1 Mayıs 2014 Perşembe

Şifacılığa Giriş

Bana gaz veren ve Çin’e gidişimi tetikleyen şey, mesane kanseri olan bir kadının Çigong ustaları tarafından 3 dakika içinde iyileştirilmesini gösteren bir video olmuştu.
Çin’den döndüğümde uzun bir süre inzivaya çekilip sabah akşam düzenli Çigong egzersizlerimi ve meditasyonlarımı yaptım. Bu esnada sadece farkındalık yaratmak amacıyla Çigong hakkında dergilere makaleler yazdım. Ardından büyük ustalarımın yetkilendirmesiyle eğitim vermeye başladım.
Web sitemde yazdığım bir ibare yüzünden pek çok kişiden sitem dolu, hatta bazen hakaretlere varan yazılar aldım. Söylediğim, insanların benden şifa vermemi istememeleri, onlara kendi kendilerini nasıl iyileştirebileceklerini öğretmeyi hedefliyor olmamdı. “Madem Çin’e gittin, niye şifa vermiyorsun? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?“ diyen okurlarım oldu.
Bir şifacının şifa sürecini anlatayım size. Elinizde aktaracak çok güzel, çok değerli bir bilgi vardır. Bu bilgi herkesin ortak kullanım alanıdır. Herkes gani gani faydalanır ondan. Bu bilgi kendi kendini iyileştirme sanatıdır. Ancak insanlar hasta olduklarında ilk önce kendilerine olan inancı yitirirler; kendilerinden başka herkesten, her şeyden medet umar hale gelirler. Doktorlar, ilaçlar, alternatif tıp, üfürükçü hocalar, aklınıza ne gelirse… İşin şifacı tarafına geri dönelim. Evet, elinizde gerçekten başkalarına verebileceğiniz bir şifa gücü vardır. Biri gelir, hastadır. Ona göre hastalığı her şeyden daha birincil önemdedir. Onu iyileştirirsiniz. Artık iyidir. İnsanların en büyük sorunu kredisini çabuk tüketme özelliğidir. Hastalığından kurtulmuş olmanın minnettarlığı kısa sürer. 3 bilemedin 5 ay sonra tekrar kapını çalar. Bu sefer de başka bir yerinde sorun vardır. En az birinci kez geldiğindeki kadar önemlidir onun için. Yalvarır yakarır. Bu geliş gidişlerin sonu yoktur. En kötüsü artık kendi sorunu kalmayınca bu sefer etrafındakileri size taşımaya başlar. “Bizim amcaoğlunun da sorunu var, ona da bakıver”. Bu sefer amcaoğlu size teyzekızını getirir. Zilleriniz sürekli çalar, telefonlarınız hiç susmaz. Şifacı olarak size yüklenen amaç bu değildir elbet. Seçim ustası mı yoksa durum kurbanı mı olacağınız size bağlıdır. Çekim yasasına göre “herkes seçimlerinde özgürdür”. Yukarıdaki örnekleri kendi şifacı ustalarımdan gözlemleyerek deneyimlediğim için onlar gibi “üfürükçü hoca” muamelesini görmeyi tercih etmedim. Benim de seçimim bu yönde oldu. Hatta ilanlar verip, kurslar düzenlemekten bile kaçındım. Çünkü amacım sadece Çigong’u kendi isteğiyle öğrenmek isteyenlerin beni bulması idi. Öğrenci hazır olduğunda hoca bekliyor olacaktı. Bu yüzden inzivaya çekildiğim beldede öğrencilerin beni bulup gelmesi beni hep mutlu etti.
Seçimim daha yüce olduğuna inandığım “kendi kendini iyileştirme” felsefesi oldu. Sevgi ilk önce insanın kendinde başlar. Kendini yeterince sevemeyen bir insanın başkalarına yeterince sevgi duyması ve göstermesi pek mümkün olmaz. Zira sizden taşanla beslenir insanlar. Sevgi koşulsuzdur. Koşulsuz sevgi ise ancak beklenti olmadan içten ve kalpten gelen bir sevgi seliyle gerçekleşir.
Çigong’un kendi kendini iyileştirme felsefesi tamamen beden-zihin-ruh bütünlüğüne dayanır.  Bu bütünlüğü sağlamayı başaran her birey kendi içinde barışı, huzuru ve mutluluğu yakalar. Zihni berraktır. Her şeyin farkındadır. Enerji akışı vücudunda mükemmel seviyededir. Kendini, tüm insanları, tüm canlıları ve doğayı eşit derecede sever. Hepsinin “BİR” olduğunu bilir.
Bu felsefeyi benimseyen kişi etrafına ışık saçmaya başlar. Hiçbir şekilde dünyaya gönderilirken size yüklenen bir misyon yoktur. Böyle olduğuna inanıp kendini paralayan pek çok şifacı vardır. Sizin tek misyonunuz size verilen hayatı en iyi şekilde yaşamak ve bunu yaparken de etrafınızdakilere örnek olmaktır. Schindler’in Listesi’ni oluşturup “Yardım edemediğim kim kaldı?” düsturu ile yaşayamazsınız. Bu yüzden elinizde bir bilgi varsa, bu bilgiyi paylaşarak ondan kurtulabilirsiniz ancak. Bilgi paylaşıldıkça çoğalır, zenginleşir ve değer kazanır. Bilgi sadece sizde kalırsa, insanlara sadece yardım ettiğinizi sanırsınız. Yardımsever bir bencil olursunuz.
Şifacıların bir başka sorunu ise sahip oldukları yetileri tanrısal bir güç olarak görüp şifacılığın temeline inmemeleridir. Şifa verirken kullandığımız en önemli bölge alt dantiendir. Burası enerjinin depolandığı ve tetiklendiği yerdir (karnımızdaki ikinci beyin). Burası tüm duyguların en saf haliyle oluştuğu mucizevî bir yerdir. Bu bölgeyi kullanmada ustalaştığınız zaman artık şifa verebilir hale gelirsiniz. Artık orta dantien ve üst dantieni de kullanabilirsiniz. Orta dantien kalpten şifa, üst dantien ise düşünce gücüyle şifa diye adlandırılabilir.  Kimi şifacılar doğuştan ya da sonradan kalpten veya düşünce gücüyle şifa yetenekleri olduğunu fark eder. Bunu tanrısal birer hediye olarak kabul ederler ve kendilerini ayrıcalıklı görürler. Hâlbuki en kullanmaları gereken yeri es geçerler. Hal böyle olunca bu tip şifacılar çok çabuk yorulurlar, bitkin düşerler; günde çok az hastaya bakabilirler ve pek çoğu senden benden daha hastadır. Pek çok şifacı genç yaşta aramızdan ayrılır. Bunun tek nedeni Çi enerjisini depolama, kendileri arındırma ve enerjiyi bir avatar gibi yönlendirme konularında ustalaşmamalarıdır.
Ellerinizden yoğun bir enerji akabilir, elleriniz cayır cayır yanabilir, elinizi koyduğunuz yer ateş gibi yanabilir ya da ne siz ne de alıcı hiçbir şey hissetmeyebilir. Enerji illaki görevini yerine getirir. Şifacıların en önemli sorunu ise hasta ve hastalıkla özdeşleşmeleridir. Verdikleri şifa karşılığında minnettar kalınmayı beklerler, hastanın onun sayesinde iyileşip iyileşmediğini çok önemserler ya da şifa veremedikleri için üzüntü duyarlar, sorumluluk hissederler. Dediğim gibi kimse size böyle bir misyon yüklemedi. Enerjiyi verir geçersiniz. Hasta ya da hastalıkla aynı titreşime girerseniz enerjiniz ayaklar altına düşer. Düşünce yapınız ondaki hastalığa olumsuz etki eder. Karşınıza gelen hastaya acımak, haline üzülmek vb. duygular her ne kadar insani duygular da olsa, sizin gardınızı düşüren etkenlerdir. Ellerinizden enerji akmaya devam eder ama zihniniz hastalığa, acımaya, durumun vahimliğine odaklanırsa onu zihinsel olarak var etmeye devam edersiniz ve faydadan çok zararınız olur. Meşhur videodaki gibi “vassa vassa” yani “sen çoktan iyileştin” olayına giremezsiniz. Bunun yolu ise gelen her vakaya karşı “nötr” olmayı başarmaktan geçer. Bunu en iyi başaranlar, isimsiz kahramanlar olarak acil serviste çalışan cengâver doktorlardır. Elinizi iyileşmesini istediğiniz yere koyduğunuzda bırakın enerji sadece aksın. Akan enerjiye karşı ne kadar nötr olursanız görevini o kadar iyi yapar. Kararsızlık, olumsuz düşünceler, hastalıkla bütünleşme, enerjinin de aklını karıştırır, görevini başarıyla tamamlayamayabilir. Sizin göreviniz sadece enerjiye yön vermektir, zira enerji sizin değildir. O evrene aittir. Size verilen hediye, onu alıp yönlendirme becerisidir. Enerjinin kendinden olduğuna inanıp kendini tanrısallaştıran ustalar kendine yazık eder.
Eğer günün birinde şifacı olmayı hedefliyorsanız, işe en başından başlamanızı tavsiye ederim. Evinize davul ya da gitar alıp, yaratana sığınıp deşarj olabilirsiniz. Doğaçlama takılabilirsiniz. Ama en baştan almanız gereken temel eğitimi almazsanız artık başa dönmek zor bir hal alır. Enerji depolamayı, enerjinin kendi vücudunuzda mükemmel akışını, enerjiyle dans etmeyi ustalık mertebesine getirmediğiniz sürece yarım yamalak bir şifacı olursunuz. Tüm bunların olmazsa olmazı da meditasyon, meditasyon, meditasyondur… Meditasyon olmadan yaptığınız Çigong ya da Taichi birer sabah egzersizinden öteye geçmez. Ancak meditasyon aklınıza geldikçe günde 20 dakika ayırmanızla sağlayacak bir denge değildir. Başlangıçta öyle bile başlasa, devamında artık yaşamınızın bir parçası halini alacak ve “medite” halde kalmanızı gerektirecektir. Meditasyon beden-zihin-ruh bütünlüğünü sağlayan tek unsurdur. Zihni berraklaştıran, sizi zehirleyen düşüncelerden arındıran, Çi ile bütünleşmenizi sağlayan ve farkındalığınızı artıran yegâne aracınız odur.
Bundan yüzlerce yıl önce biliminsanları şöyle demiş: “Öyle bir zaman gelecek ki insanlar birbirini iyileştirecek ve tıbba gerek kalmayacak.” Bunun yolu önce kendimizden geçiyor. Herkes kendini ve diğer insanları nasıl iyileştirebileceğini bilecek çünkü artık zihinlerini değil duyguların gücünü kullanacaklar.
Benden tıbbi Çigong talep eden pek çok öğrenci oluyor. Elbet herkes için onun da vakti gelecektir ancak ülkemizde buna sebat edecek sabırlı öğrencilere pek denk gelinmiyor. Kendilerini nazikçe reddediyorum çünkü almaları gereken temel eğitimi ve usta-çırak ilişikisini atlayarak kestirme yoldan şifa vermeyi amaçlıyorlar. Çi’de ustalaşmadan şifa vermeyi unutun; yaptığınız Çigong, Reiki, hangi tür şifa yöntemi olursa olsun.
Tekrar etmek gerekirse, şifacı olmayı tercih edebilirsiniz. Ama şifacı olmak usta olmak demektir. Her usta çıraklığını tamamlamak durumundadır. Eğer gerçekten hakkını vererek şifacı olmak istiyorsanız, usta-çırak ilişkisi yaşayabileceğiniz bir usta seçin kendinize. Sabırla, sebatla, bol pratikle siz de ustalaşın. Zira “Gong”un tanımı budur. Çi enerjisini kullanmada ustalaştığınız zaman artık siz de Çigong yapıyorum diyebilirsiniz.
Çi sizinle olsun.

Seçim Ustası mı, Durum Kurbanı mı?

Seçim Ustası mı, Durum Kurbanı mı?

Önünüzde iki seçenek vardır: ya “seçim ustası” olacaksınızdır yada “durum kurbanı”.
Seçim ustası olmak deyince akla ilk, doğru seçimleri yapmak ve buna göre hayatımızı daha olumlu yönde şekillendirmekgelir. Zira pek çok kişisel öğreti kitabında bunu dayatırlar bize. Hatta açlıktan kıvranarak ölen ulusların durum kurbanıoldukları ve kendi seçimlerinden dolayı bu halde olduklarını söyleyen “Secret” tarzı kitaplar da vardır. Hatta evrenden torpili olan Türk kitapları da. Hepsi de doğru seçim yapmak üzerine kurulu bir kurgudan bahsediyor. Elbette buna aykırı bir iki laf edeceğim, ağır olun.
“Neden?” sorusuna, “Başka seçeneğim yoktu” cevabını veren durum kurbanı, “Çünkü ben öyle istedim”le başlayıp kararlı bir cevap veren ise seçim ustasını oynar.
Durum kurbanından başlayalım. Durum kurbanı, kendi kontrolü dışında oluşan faktörler yüzünden mağdur olan kişiye denir. Çoğu zaman bu faktörler seçim ustaları tarafından yaratılır. Şimdilik buna girmeyeceğim. Bu insanlar başına gelen her şeyi kadere, doğa kanunlarına yada kasıtlı yada değil diğer insanlara bağlar. Durum kurbanlarının en belirgin özellikleri yanlış zamanlamadır ya da yanlış zamanda yanlış yerde olmak. Öyle ki, yapılacak bir hareketin zamanlamasını yanlış seçtiği için başına gelmedik kalmaz. Yatırım yaparsın, zamanlaman kötüdür, iflas edersin. Evden dışarı adım atarsın, düşe düşe yıldırımın senin tepene düşeceği tutar. Suça herkes ortaktır! Örneğin, durum kurbanı olarak işlenen bir suçun mağduru oldunuz. Bu durumda tamamıyla masum olduğunuz söylenemez. Masum kurban diye birşey yoktur. Sürekli durum kurbanı olmaktan yakınan kişiler, egolarını şişirerek bunun arkasına sığınmaya ve herşey onların kontrolü dışında gelişiyormuş mazeretiyle mağduru oynamaya devam ederler.
Tüm bunlar mazeret değil!
Tüm olumlu şartlar sağlandığı halde, hepimizin yine de yanlış yaptığı şeyler olmuştur. Yanlış yapmak insanı mağdur yapmaz. Kaldı ki, doğrular ve yanlışlar ortak bilincimizin birer uydurmacasıdır. Hayatında hiç yanlış yapmadan yaşamış yada öyleymiş gibi davranan insanlardan korkun. Dualite yada YinYang her iki durumu da aynı anda birlikte barındırır. Biri ortaya çıktığında aslında diğeri de mevcuttur. Mağdur olan her an zalim, zalim olan her an mağdur rolüne bürünebilir. Zıtlar her an tetikte beklemektedir.
Peki seçim ustasına gelelim...
Hepimizin hayatı seçimlerle doludur. Araba istersin, ne alacağına karar verinceye kadar akla karayı seçersin. Sevgili istersin, hep doğru insanın karşına çıkmasını beklersin. Bu arada karşına pek çok insan çıkar, ama hepsinin gözünün üzerinde kaş vardır. Kariyer yapacaksındır, ne iş kolu seçeceğinden hangi şirkete CV göndereceğine kadar dokuz takla atarsın. İşverensindir, bir dolu mülakat arasında hangi elemanı alacağına bir türlü karar veremezsin. Bunların en kötüsü ise, sahip olmak istediğin şey seni şart koşmaya itiyorsa asıl problem o zaman başlar. Hayatının keyifli olmamasını evde eksik olan müzik sistemine; düzenli bir hayat sürmemeyi bir eşin eksikliğine; seyahat edememeyi araban olmayışına; istediklerini yapamamayı paranın olmayışına bağladığın an senin için evrenle aranda bir inatlaşma süreci başlar.
Öğretilere kalırsa tüm isteklerin arasında en doğru seçimi yaptığın anda başarıya ulaşırsın. Dikkat “başarı”! Başarı sistem tarafından uydurulmuş, seni beni meşgul etme üzerine kurulu bir tiyatrodur. Kariyer bunun en somut örneğidir. Zira 21. Yüzyılın icat edilmiş en tehlikeli silahıdır. Hepimizi modern köleler haline getirmenin en havuçlu yoludur. Sanırsınız ki istediğiniz pek çok şeyi satın alma gücü sizi süper özgür kılıyor. Sonra bakarsınız nefes bile alamıyorsunuz. Trafiklerde, iş gezilerinde, o toplantıdan bu toplantıya, gece gündüz, haftasonu demeden eşşek gibi çalışıyorsunuz. Elinize son teknoloji bilgisayarlar ve akıllı telefonlar verip evinizde bile size huzur vermiyorlar. Evde, tatilde, her yerde e-postalarınıza bakmadan edemiyorsunuz. Çoğunuzun tatilleri zehir oluyor. Hayatınızda sürekli Cuma olduğunu farketmeye başladığınızda ve haftasonunu da kayda değer geçiremediğinizi farkettiğinizde aradan çok sular akmış oluyor. Göbeklenmiş, genç yaşta yaşlıların hastalıklarına yakalanmış, yorgun bezgin, yaşama sevincini ve amacını yitirmiş, erken menapozlara, antropozlara, 30 yaş 40 yaş sendromlarına girmiş insanlara dönüşüvermişsiniz.  Şu halde, seçim ustası mısınız, durum kurbanı mı? Seçim ustasısın, zira işi de kariyeri de sen seçtin. Durum kurbanısın, zira sistem sana vurdukça vuruyor, durum kontrolünden çıkmış durumda.
Peki size gerçek seçim ustasının tarifini vereceğim. Sıkı durun!
Tüm fiziksel bedenler doğar ve ölür. Bu bize öğretilmiş çaresizliklerin en başında gelir. Yaşlanmak ve ardından ölmek ufak yaştan programlanmamız sonucu kaçınılmaz olan sonlardan biridir. Zira çocukluğumuz sistem tarafından çok çabuk bir şekilde yok edilir. “Sen abi oldun artık onu yapma, bunu etme, adam gibi otur, şımarma, gülme” gibi safsatalarla gittikçe bedensel esnekliklerimizi kaybeder, hareketsiz, yaşama sevincini gittikçe yitiren ve “yaşına uygun” programlanmış robotlar olarak yaşamaya devam ederiz. (Çin’de rastladığım ve bir binanın ikinci katına zıplayarak çıktığına şahit olduğum Şaolin rahibinin dediklerini unutamıyorum:“Bize çocukluğumuzdan itibaren çocuk kalmamız öğretiliyor!”). Eğer fiziksel beden olmayı seçersek tüm bu saydıklarım kaçınılmaz olacaktır. Ancak, birer “ruh” olduğumuza inanırsak o zaman bedenlerimizin ölecek olmasına çok takılmayız, zira ruhların kendisi zarar görmez, yaşlanmaz yada ölmez. Ruhani yaşamın başlangıcı yada sonu yoktur. Ruhların varlığı bedenlerin başına geleceklerle tehdit edilemez. Bedenlerimize odaklandığımız sürece sadece bedensel, maddiyata dönük bir yaşam süreriz. Bedensel hayata inandığımız sürece “varlığımız” yada “oluş”’umuz bu bedenle sınırlı kalacaktır ve başı ve sonu olacaktır. Bunu durduramacağımıza inanarak sistemin kölesi haline geliriz. Diğer yönden, beden değil de ruh olduğumuza inanırsak, o zaman sadece bu bedenler içinde var olan ruhlar oluruz ve ruhani hayata daha fazla odaklanırız. Bedenlerimizin başına gelen şeyler yada maddiyat bizi çok fazla üzmez. Korkularımız yerini sevgiye bırakarak ruhlarımız daha da güçlenir ve ustalaşmaya başlarız.
Seçim ustası aldığı kararlardan dolayı pişmanlık duymaz. Herkes seçimlerinde özgürdür. Seçim ustası da bu özgürlüğü dibine kullanan kişidir. Yanlış yapmaktan korkmaz. Yaptığı her şeyin sorumluluğunu sevgiyle üstlenir. Başına gelen hiçbir şey için başkalarını suçlamaz, sorumlu tutmaz, yada kendini durum kurbanı ilan etmez. Kendiyle sonuna kadar barışıktır. Başkalarının aldığı aksiyonlara karşı da saygılıdır. Bilir ki, o da onların seçimi. Hatta biri öldüğünde arkasından yas tutmaz, bilir ki o bedeni terk etmek ruhun en doğal seçimi. Arzu ve isteklerinden arınmış bir hayat sürer. Onu mutlu etmesi için çok özel bir şeye (maddiyat) yada oluşuma (başarı, kariyer vb) gerek yoktur. Onu mutsuz edecek de çok olağanüstü bir durum yoktur. Haklı olmak yerine mutlu olmayı seçer. Peşinden gideceği bir mürşide yada arkasından onu takip edecek müridlere ihtiyacı da yoktur. Evrenle ve var olan her şeyle “bir” olduğunu kabul eder.
Seçim ustası her şeye sahip olup, hiçbir şeye ihtiyaç duymayandır.
İstediğiniz her şeye şimdiye dek hep şart koştunuz. Şunu yapmam için şuna sahip olmam lazım, şunun için şu gerek, bunun için bu gerek diye... “Sahip olma” arzusunun yanında dualite gereği hep “kaybetme” duygusu da birlikte yaşar. Seçim ustası olma yolunda aldığınızı sandığınız her olumlu karar aslında beraberinde kaybetme korkusu gibi negatif duyguları da barındırdı. Evren, sen ona şart koştuğun sürece İngilizce’de hepimizin çok iyi bildiği “Don’t mess with me!” yani “Bana bulaşma!” diyerek sizi başından savar yada seçim ustası olmayı beklerken sizi bir güzel durum kurbanı yapıverir.
Halbuki yapman gereken tek şey isteklerinde nötr olmaktır. “Let Go”. Evet yine Çin safsataları, Tao Mao...
Bir şeye karşı nötr olursan, yani ona olan arzularından kaynaklanan kaybetme korkusuna sahip olmazsan... Yani ona sahip “olmak” ya da “olmamak” halinin seni farklı biri yapmadığını bilirsen...
O zaman o şeyi "seçme" kudretine sahip olursun. Çünkü içindeki pozitif (istek, arzu, dilek) ve negatif (kaybetme korkusu, kaygı) güçlerin karmaşası arasında kontrolünü kaybetmemiş olursun. Güç tamamen sana geçmiş olur.
Bu da seni “seçim ustası” yapar.

Türkçede OlumlaMA


Güzel bir şeyi vurgulamak için kullanılan ancak olumsuz kelimelerden türetilerek elde edilen olumlama şekli sanırım sadece Türkçemize has bir durum. Olumlama yerine “olumlu yapma” diyecektim ama yap kelimesinde bile olumsuz ek var.
Mastar haliyle “olumlamak” şeklinde kullanırsak sorun yok, ancak isim olarak “olumlama” şeklinde kullanırsak, ismin yanı sıra bir de emir kipi niteliğinde, olumsuz bir eyleme girmemiz için emir veren bir kişinin ağzından çıkan kelimeye dönüşüveriyor.
Sevdiklerimiz için iyi dileklerde bulunurken, kendimiz için bir şeyler isterken ya da dua ederken çoğumuz bunları olumsuz kelimeler kullanarak dile getirir. Olumsuz kullandığımız sürece evren neyi istemediğimizin mesajını alıyor ama neyi istediğimizin mesajını alamadığı için bize pek yardımı dokunamıyor. Üstelik istek ve talebimizde yer alan kelimeler, vurguyu ona yaptığımız için dönüp dolaşıp bize geri geliyor.
Ne istediğimizi değil, ne istemediğimizi çok iyi biliyoruz.
Örneğin sevdiklerimizi uğurlarken “Hadi kazasız belasız… gidince ara, mesaj at!” gibi cümleler kurarız. Şimdi, karşı tarafın gideceği yere sağ salim gitmesini istediğimiz aşikâr ama dile getirdiğimiz şey kesinlikle bu değil. Kurduğumuz cümlede “kaza”, “bela” gibi normalde başımıza gelmesini istemeyeceğimiz kelimeler var. Evren sizden belirgin ve net olmanızı ister. Tamam, istemediğin o, ama istediğin ne be kardeşim?! Hâlbuki doğrusu “Hadi sağ salim, keyifli bir yolculukla gideceğin yere var!” şeklinde olabilirdi.
Mükemmel yerine kusursuz, sağlıklı yerine hastalıksız, tam yerine eksiksiz, mutlu yerine üzüntüsüz, cesur yerine korkusuz ve daha nice örnek sıralayabiliriz. Hatta aklınıza gelen örnekleri cümle içinde kullanarak aşağıdaki yorumlara sıralamaya başlayın.
Sporda “Seriyi kusursuz tamamladı” deriz. Hasta için “Allah eziyet çektirmesin de…” deriz. Camilerde hocalar “Yarabbi sen bizi kazalardan, belalardan, hastalıklardan; yurdumu düşmandan, kıtlıktan şundan bundan koru” diye dua eder. “Hatasız kul olmaz” deriz. “Allah kimseye muhtaç etmesin” deriz. İyileşmeyi ve sağlıklı olmayı talep etmek yerine “Hasta olmak istemiyorum” deriz. Deriz de deriz…
İyi dilekte bulunalım derken bile çoğunlukla olumsuzu telaffuz ettiğimizi fark etmiyoruz. Bu yüzden yurdum insanı olarak olumlama yapmaktan uzak olduğumuz için her şeyi mıknatıs gibi üzerimize çekiyoruz.
Kaldı ki olumlama yaparken cümle içinde geçen, metinde yer alan kelimelerin ilişkileri ile sürece bağlı anlamsal yorumlamaların doğru kurulması gerekir. Karmaşık bir cümle oldu değil mi? Yani demek istediğim, olumlama yapmak istediğimiz şey ileriye dönük bir temenniden ibaret olmamalıdır. Zira olmak istediğimiz, ya da olmasını istediğiniz şeyi “istiyorum” şeklinde dile getirirsek, bu ileriye dönük bir temenni olacaktır. Evren belirgin ve net olmayı sevdiği için “Tamam kardeşim, istiyorsun ama ne zaman? Bir kenara yazalım bunu, dursun” diyebilir. Evren bu, der, der…
İstediğimiz şey şimdiye ait olmalıdır ama bunu dile getirirken de şimdiye ait, sonunda yapıyorum, ediyorum gibi cümleler kullanırsak yine çuvallarız. Bu sefer de mesela “İyi olmayı hak ediyorum” dedik. N’oldu? Yine bir temenni oldu. Hak etme eyleminin ne zaman gerçekleşeceği kesinlik kazanmıyor.
Annelerimizden örnek vererek konuyu bağlayacağım, sabırlı olun…
Küçükken bir yerimizi incittiğimizde, çocuk dilinde “uf” olduğumuzda, annelerimiz koşarak yanımıza gelir, uf olan yere elini koyar ve “geçti geçti” der. Çoğu zaman da gerçekten geçer, acıdan eser kalmaz. Onlar gerçek ve doğal şifacılardır; bunu kalpten yaparlar. Çin’deki şifacıların yaptığı da budur. İngilizce grameri olanlarınız “present perfect tense” zamanını bilir. Maalesef Türkçemizde böyle bir zaman yok. Türkçe çevirilerde daha çok geçmiş zaman olarak tercüme edilir. Aslına bakarsanız “present perfect” tam tercüme itibariyle de çok kuvvetli bir anlama sahiptir: “Kusursuz (mükemmel) şimdiki zaman”.
Bu “zaman”, bir şeyin çoktan olup bittiğini ve şu anda sonucun yaşandığını dile getirir. Yine İngilizcede bunun tam kullanımı “already done” şeklindedir. Sünnetçilerin “Oldu da bitti, Maşallah” demesi gibi bir şeydir. “Zaten” ya da “çoktan” gerçekleşmiş bir olayı dile getirir.
Mesela sporcusunuz ve sahaya çıkmadan önce, daha önce okuduğunuz “Şimdinin Gücü” ve “Secret” tarzı kitaplardan esinlenerek şu telkini yaptınız: “Şimdi sahaya çıkıyorum ve 5 gol atıyorum!”. “Bugün çok para kazanıyorum”. “İyileşmeyi hak ediyorum”. Bu pazarlama hilesinin peşinden yıllarca pek çok insan koştu, hala da ısrarla pazarlanıp durur. Ancak sonuç getirmez. Sonucu ancak bunu pazarlayanlara para olarak geri döner. Sana bana faydası yoktur.
Çin’de ziyaret ettiğim bir ilkokuldan örnek vererek açıklık getireceğim buna. Öğrenciler 8-10 yaşlarında meditasyonla tanışıyorlar. Bir basketbol sahasındayız; 2 çocuk var; birinin eline top veriliyor ve potaya 50 şut atması isteniyor. Çocuk atmaya başlıyor. Diğeri kenara çekilip, meditasyon yapması ve attığı tüm şutların basket olduğunu imgelemesi isteniyor (already done: basket çoktan girdi!). Sonra bu iki çocuk kapıştırılıyor. Sonuç mu? Meditasyon yapan açık ara önde. Jordan gibi ünlü basketçilere sorarsanız, onlar da şutu atmadan önce topun çemberden girdiğini önceden resmettiklerini söylerler. Yani beyninde basket çoktan girmiştir bile. Geriye sadece topu atarak bunu gerçek kılmak kalır. Bilardocu “Ya girerse” diye topa vurmaz. Önceden senaryosu hazırdır; sadece gerçekleştirmek vardır sırada…
Bu yüzden “İstiyorum; yapıyorum; ediyorum” gibi kelimelerle kurulan olumlamalar nafiledir.
Şifa verirken de, elinizi şifa gereken yere koyup enerji göndermeye başladığınızda, o bölgenin çoktan iyileşmiş olduğunu doğrular ve şifa çoktan gerçekleştiği için teşekkürlerinizi sunar, topu evrene atarsınız. Zira siz sadece aracı olabilirsiniz. Buna vakıf olmayan şifacılar kendi enerjilerini heba ederek yorgun düşerler ve kendilerine hayrı olmaz hale gelirler.
Peki, ne yapacağız? Bir şeyin olmasını ya da gerçekleşmesini gerçekten kalpten bir şekilde istiyorsanız, bunu en içten bir şekilde “çoktan olmuş ve gerçekleşmiş” haliyle dile getirin ve zaten ve çoktan olmuş bu şey için şükredin ya da teşekkür edin! Bu kadar basit. “Çoktan iyileşmiş olduğunuz” ya da “Zaten iyi olduğunuz” için şükredin. Beklediğiniz paranın çoktan gelmiş olduğu için şükredin. Örnekleri çoğaltın…
Bazıları bu telkinleri gerçekle bağdaşmayan, hayal ürünü şeyler olarak görebilir. Kendimiz de dâhil olmak üzere zaten her şey beynimizin birer illüzyon değil mi? Telkin ya da olumlama, şu anda gerçek olmasa bile, bir şeyin doğru olduğunun tarafınızca ilan edilmesidir. Araba altında kalan çocuğunu kurtarmak için 1 tonluk arabayı kaldırıp kenara atan anne örneğini hatırlarsınız. O anda onun için arabanın ağırlığı, kaldırmanın imkânsızlığı gibi şeyler söz konusu değildir. 200 kiloluk mermiyi taşıyan şehitlerimizi de hatırlarsınız.
“Olur mu ya!” derseniz, saçma olduğuna inanırsanız ya da korkarsanız, beyniniz sizi engeller; o zaman hiç denemeyin bile. Ancak içtenliği yakalayıp, daha olmamış bir olayın olmuş halini (olmuş gibi demiyorum) resmetmeyi başarır ve yine içten bir şekilde “çoktan ya da zaten” olduğuna inandığınız bu olay için teşekkür ederseniz, evrene sadece onu gerçek kılmak kılar. Herhangi bir talep, temenni, sürünceme yoktur. Her şey açık ve nettir. Tabi bunları oturduğunuz yerden “armut piş ağzıma düş” misali yapın demiyorum. Siz adım attığınızda yol altınızda belirecektir diyorum. Tanrının silueti olan siz her şeyi yapmaya muktedirsiniz. Yeter ki içten olun.
Sevgi peşinizden kovalasın!

Su Mucizesi - Ne Kadar Sulusunuz?

Çin’de evlerine misafir olduğum ailelerin sofralarında hiç su görmedim diyebilirim. Bu insanlar bu kadar sağlıklarına özen gösteriyorken nasıl su içmezler diye düşünmüştüm. Meğer içiyorlarmış, hem de çok! Sadece suyu da içilmesi gerektiği gibi ve içilmesi gerektiği zamanlarda içiyorlarmış o kadar.
Kendimizi kandırmayalım. Bizler su içmiyoruz. Gün boyu epeyce sıvı tüketiyoruz doğru; çay, kola, ayran, meyve suyu, kahve… Bunların hiçbiri ama hiçbiri suyun yerini tutmuyor ve vücudun su ihtiyacını karşılamıyor. Aksine vücudu daha da susuz bırakıyor. Özellikle kafein benzeri maddeler içinde çözündükleri suyun vücut tarafından alınmasına engel olduğu gibi vücut depolarından da ekstra su alır. İnsanların su yerine bu içecekler içmeyi sürdürmelerinin nedenlerinden biri yüksek endorfin değerine olan bağımlılıkları. Kahveye olan bağımlılık bundan dolayıdır. Susadığımız zaman su yerine içtiğimiz kola, gazoz gibi asitli içeceklerse vücudun kimyasal yapısını ve merkezi sinir sisteminin kontrol mekanizmasını yıpratır. Süt bile suyun yerini tutamaz. Çünkü o bir besindir ve besin olarak alınmalıdır. Kaldı ki, süt tüketiminin insan sağlığına yararı son derece tartışmalı bir konudur.
Kafein hem kahvede, hem gazlı içeceklerde, hem de çok tükettiğimiz siyah çayda mevcuttur. İdrar miktarını artırır ve içtiğiniz sıvı miktarından daha çoğunu kaybetmenize neden olur. Melatonin bizi uykuya götüren sağlıklı bir salgıdır. Vücuda “Hadi artık yatma vaktin geldi” der. Kafein, melatonin üretimini baskılar. Her ne kadar uyarıcı etkisine kansak da, aslında kafein öğrenme ve bellek gelişiminde önemli rol oynayan fosfodiesteraz adlı enzimin çalışmasını da engeller. Çok kahve içenlerin en fazla hafıza sorunu yaşayanlar olduğuna dikkat edin. Ben bilişim dünyasından geldiğim için (yazılımcıların kahveyle ayık kalması) buna çok fazla şahit oldum diyebilirim. Yaşlılar, çocuklar, hamileler kafeinden uzak durmalıdırlar. Hamilelerde düşük tehlikesine bile neden olabilir. Günde 5-6 fincan kahve içenlerin kalp krizi riski çok fazladır. İçecekte var olan kafein, böbreklere giren miktardan daha fazlasının vücuttan atılmasına neden olur. Bu da beyin hücrelerinin enerji depolarının tüketilmesine yol açar.
Yapay tatlandırıcı kullanılan içecekler şeker lezzetinde oluğu için beyni kandırır. Vücuda enerji girdiği yanılgısını uyandırır. Beyin tüketilmek üzere bol şeker girdi alarmına geçer ve yanlış bir hesaplamayla karaciğere şeker depolaması emrini verir. Vücuda girdiği sanılan şeker ihbarı asılsız çıkıp da hiçbir yerde şekere rastlanmayınca, beyin ve karaciğer bu enerji açığını kapatmak üzere açlık hissini ortaya çıkarır. Bu da çok rastlanan kilo sorunlarını ve obeziteyi doğurur. Aspartam ise beyin tümörü riskini artıran en tehlikeli maddelerden biridir. Kafeinsiz kola, kafeinsiz kahve vb reklamlara kanmamanızı şiddetle tavsiye ederim.
Alkole gelince. Bilirsiniz bira içenler bir iki tuvalete koşarlar. Alkol idrar miktarını artırır ve dehidrasyona neden olur. Alkol beyin hücrelerini susuz bırakır. Karaciğere zarar vermesi, iktidarsızlığa yol açması, bağışıklık sistemini çökertmesi, kanser riskini artırması gibi zararlarını bir yana bırakacak olsak bile yarattığı susuzluk hissi endorfin salgısını artırır ve bu da ona karşı olan bağımlılığı ortaya çıkarır. Alkol ağrı merkezlerini ve beynin diğer tüm işlevlerini engeller. Bastırılmış, görmezden gelinmiş her türlü duygu alkolün etkisiyle saklandığı yerden fırlayabilir: taşkınlıklara, duygusal patlamalara hatta depresyona neden olabilir.
Meyve suları suyun yerini tutsun diye fazla miktarda tüketildiğinde histamin üretimini artırır ve astıma neden olabilir. Astım hastalarının asıl sorunu aslında susuzluktur. İçindeki doğal şeker bile karaciğerin yağ depolamasına neden olur. Mide ekşimesi, eklem ağrıları, bel sorunları, migren, kolit ağrısı vb pek çok rahatsızlık vücudun susuz kaldığına işarettir. Çok uzun süreli susuzluk ise kansere bile yol açabilir. Bazı insanlar tanıyorum, hiç ama hiç su içmezler. Kahvaltıda meyve suyu ve çay, gün içine sürekli kahve, yemeklerde kola, gazoz ya da ayran içerek günü bitirirler. Bunların su içtiği tek zaman sıcak yaz günleridir. O yüzden güneşe teşekkür borçluyuz.
Susuz kalan vücut sinyal vermeye başlar. Buna kulak verilmezse bu sefer her ne kadar susuzluğa karşı dayanıklı olduğunu sansa da vücut kendi rezervlerinden su kullanmaya başlar ve ihtiyacı olan bölgelere su gönderir. Vücut yağ depolayıp protein ve nişasta rezervlerini kullanmaya başlar. Çünkü bunları parçalamak yağları parçalamaktan daha kolaydır. Susuzluk artmaya devam edince de sistem bir ya da birkaç yerinden çökme noktasına gelir ve bu çoğunlukla aniden olur. Su eksikliğinden kaynaklanan bu durum doktorlar tarafından bir hastalığın başlangıcı sanılıp ilaçla tedavi edilmeye çalışılır.
Susuz var olabilen tek bir canlı yoktur. Bize yaşam gücü verir. DNA’ların onarımı için çalışır. Bağışıklık sisteminin merkezi olan kemik iliğini güçlendirerek kanser de dahil olmak üzere pek çok hastalığa karşı direnç sağlar. Besinlere enerji verir. Suyu olmayan kuru bir besinin vücuda hiçbir katkısı yoktur. Emilimini artırarak besinlerin rahat sindirilmesini sağlar. Hücreye oksijen verir. Atık gazları atılmaları için akciğere taşır. Zehirli atıkları da toplayarak böbreklere ve karaciğere getirir. Su, eklemlerdeki kayganlaştırıcı maddedir. Arterit, sırt vb ağrıların temel sebebi su eksikliğidir. Bağırsakları çalıştıran en önemli maddedir. Kalp krizine karşı koruyucudur. Damarlardaki pıhtılaşmayı önler. Vücudun ısıtma ve soğutma sistemi için gereklidir. Vücuttaki elektriği taşıyan odur, bu yüzden beyin fonksiyonları ve zekâ için, hafıza ve dikkat için çok gereklidir. Stres ve depresyonu hafifletmeye yarar. Migren ve baş ağrısı için birebirdir. Cildi temizler ve yumuşatır. Gözlere parlaklık veren odur. Kilo vermeye yardımcı olur. Düzenli ve yeteri kadar su içen biri, acımasız bir diyet uygulamaya gerek kalmadan zayıflar. Kafein, alkol ve bazı ilaçlara karşı duyulan bağımlılık hissinden kurtarır.
Vücudun çeşitli yollarla kaybettiği su ve tuzu telafi edebilmek için her gün en az iki litre su ve yarım tatlı kaşığı tuza ihtiyacı vardır. Kilosu fazla olanlar her bir kilo için 30 mililitre su tüketmelidir. Acıktığınız her an yemek yemek sizin için zararlı olabilir ama susadığınız her an su içmek durumundasınız, tavsiye edilmese de susadıysanız yemek ortasında bile için. Altı veya sekiz saatlik bir uykudan sonra kaybedilen ve ihtiyaç duyulan suyu telafi etmek için, kalkar kalkmaz iki bardak su içmek hem su ihtiyacını karşılar hem de sindirim için faydalı bir güne başlangıç ritüelidir.

SU VE TUZ

Tuz ihtiyacını karşılamadan alınan aşırı miktardaki su zararlı olabilir. Örneğin sporcular, antrenman esnasında çok fazla su ve tuz kaybederler ama sadece kana kana içerek su ihtiyaçlarını karşılarlar.
Tuz, astım ve alerjisi olanlar başta olmak üzere bütün canlılar için gerekli bir besindir. Eskiden o kadar değerliymiş ki, otacılar tarafından ağırlığınca altınla takas edilirmiş.
Tuz yıllarca bilgisiz doktorlar ve medya tarafından dayanaksızca kötülenip durdu. İyotlu iyotsuz, şusu alınmış busu konulmuş tuzlar piyasada dolaştı durdu. Tuzlar hücre içi sıvı dengesini sağlar. Zehirli atık maddeleri temizler ve hücrelerden atılmasını sağlar. Tuz suyun bir kısmını da hücre dışında tutarak hücre dışı su miktarını dengeler. Böylece hem içerde hem dışarıda denge sağlanmış olur.
Tercih edilmesi gerek en doğru tuz rafine edilmemiş deniz tuzudur.
Tuz vücutta stresi azaltan bir maddedir. Bir iki bardak su içtikten sonra dilinizin üzerine tuz koyun. Sizi zehirlemeden solunumunuzu kolaylaştırdığını göreceksiniz. Astım hastaları bu şekilde kolayca tedavi edilebilir. Böbreklerdeki asidi temizleyen ve idrar yoluyla bunu atan yine tuzdur. Oksijen kanser hücrelerini öldürür. Kanser hücreleri oksijensiz ortamda yetişir. Yeterince su alırsak, tuz kan hacmini artırır ve her yere yeteri kadar ulaşmasını sağlar. Dolayısıyla daha fazla oksijen alan hücreler kanserden de temizlenmeye başlar. Tuz kan basıncını yükseltmez, aksine suyla birlikte tansiyonu düzenler. Tuz almadan su içerseniz, su damarları dolduracak kadar dolaşımda kalmaz. Bu bazen bilinç kaybına yol açabilir. Bir iki bardak suyun ardından dile konan tuz çarpıntıyı giderir ve kan basıncını düşürür.
Şeker hastaları için de çok önemlidir. Kan şekerinin dengelenmesine yardımcı olur ve ensüline olan ihtiyacı azaltır. İletkenliği artırmak için okullarda deney yaparken tuz kullanıldığını biliriz. Vücutta da tuz, sinirlerin iletişim gücünü artırır. Besinlerin bağırsaklardan emilimi için gereklidir. Geçmek bilmeyen kuru öksürüğü olanlar dil üzerine konan tuz ile bundan kurtulabilir. Tuz, kas kramplarını tedavi eder. Ağızda aşırı tükürük salgısı tuz eksikliğine işarettir. Kemiklerin sağlamlığı için de tuz gereklidir.
Marketlerde satılan sofra tuzlarına toz halinde kalabilmeleri için alüminyum silikat katılır ve yararlı pek çok mineralden mahrum bırakılır. Alüminyum sinir sistemi için tehlikeli bir toksik maddedir. Bu yüzden rafine edilmemiş deniz tuzu yada Himalaya tuzu kullanmak daha faydalıdır.
Sporcular spordan önce tuz alarak akciğer kapasitelerini artırabilir. Aşırı terlemeye de engel olmuş olurlar. Meyve sularına hafif tuz eklemek faydalıdır. Zira potasyumun fazlası zararlıdır. Tuz iç ve dış hücre sıvı dengesini düzenler ve sodyum ve potasyum alımını dengeler.
Dikkat edilmesi gereken suyu da tuzu da kararında tüketmektir. Fazla alınan tuz kiloya sebep olabilir.
İnsan yaşlandıkça mide daha az asit üretmeye başlar ve et gibi ürünleri sindirmede zorluk çekilir. Yemekte yenilen turşu ya da sirkeli ekşi salata ile eskilerimiz buna nispeten çare bulmuşlar. Sindirim güçlüğü çekenler sofralarından limon, sirke ve turşuyu eksik etmesinler.
Su sağlıktır ama tuzu ihmal etmeden!

SUYU NASIL, NEREDE VE NE KADAR İÇMELİ


Çinliler “Suyu yer gibi için” der. Yani bizim kana kana su içmenin tam aksi. Suyu ya da sıvı içecekleri ağızda bir miktar bekletip öyle yutmak daha sağlıklıdır. Üstelik tükürük bezleri ile kana daha çabuk karışacağı için daha da çok fayda sağlar. Acıktığınız zaman buna dur diyebilirsiniz, hatta dur demelisiniz de, ama susadığınız her an su içmek durumundasınız. Yemeklerde su içilmemesi tavsiye edilir, bu doğrudur. Ama yemek esnasında bile susarsanız buyurun için.
Susamak dışında kaidelere uyacak olursak eğer, suyu yemeklerden yarım saat kadar önce içmekte fayda var. Yemek esnasında herhangi bir sıvı alınmamalı ve yemekten sonra bir saat kadar beklenmelidir. Yemek esnasında alınan su midenin asit baz dengesini şaşırtacağı için sindirim problemine neden olabilir. Sabah kalkar kalkmaz içilen bir bardak ılık su güne iyi başlamanızı sağlar. Organları uyandırır, sindirimi kolaylaştırır. Yatmadan önce içilecek bir bardak su ise rahat uyumanızı sağlar, uyku esnasında yaşanacak kalp krizi riskini önler.
Vücudumuzda dolaşan Çi’nin soğukla pek arası yoktur. O yüzden hem besinleri hem de sıvıları soğuk tüketmekten kaçının. Sıvıları oda sıcaklığında tüketmeye özen gösterin. Her susadığınızda beklemeden su için dedik ama su içmek için illa da susamayı beklemeyin. Zira susamadığına inanıp ve bunu maharet sanıp hiç su içmeden yaşayan insanlar tanıyorum.
Yanınıza çalışırken, kitap okurken, bir şeyler seyrederken bir miktar su koyun ve onu belli aralıklarda içerek bitirmeyi hedefleyin. Bir süre sonra su içme alışkanlığınız oturacak ve su içmeyi ister hale geleceksiniz. Hatta sağlığınız, görüntünüz, enerjiniz değişeceği için bunu daha bir mutlulukla yapacaksınız. Unutmayın, günde tüketmeniz gereken minimum su miktarı iki litre. Kimisi buna sekiz bardak der. Bardak boyutları birbirine karışır. Hasta iken tüketmeniz gereken su miktarı daha da fazladır. Bunu üç litreye kadar çıkarabilirsiniz. Çünkü hastalıklar doğrudan vücuttaki su kaybından olmasa bile, vücutta su kaybına yol açar. Çok terlersiniz ya da çok tuvalete gidersiniz.
“Terli terli su içme der” büyüklerimiz. Terlemek vücuttaki su kaybına işarettir ve vücut bas bas “su istiyorum!” diye bağırır ve su içmek gerekir. Ancak vücut ısındığı için soğuk içmek sakıncalıdır. Bu hem organlarımıza hem de damarlarımıza zarar verebilir. Ve elbette bizi hasta edebilir. Terliyken su için, hem de bol bol ama yavaş yavaş ve fakat soğuk su değil. Su içerken anneannem “Otur da insan gibi iç” derdi… Besinleri de, sıvıları da tüketirken oturarak yemek içmek daha sağlıklıdır.
Peki ya sıcak su? Suyun kaynar olanı da sakıncalıdır. Sıcağa yakın ılıklıktaki su yudum yudum içilirse çok faydalıdır. Özellikle sabahları aç karnına içine biraz da limon konularak içilen su, mideyi rahatlatır, sindirimi kolaylaştırır, vücut ısısını dengeler. Çocukların içtiği paşa çayı kıvamındaki sıcaklık en idealidir. Çin’de çay ikram edecekleri zaman “Sıcak su mu, çay mı?” diye sordular. Önce “Demleme çay istemiyorsan sıcak su vereyim içine kahve ya da sarkıtma çay koy” gibi bir şey algıladım ama gerçekten de sıcak su getirdiklerine şahit oldum. Çok soğuk havalarda, donduğumuz zamanlar da hemen çok sıcak şeyler içmek terli su içmek gibi sakıncalıdır. Zira, soğuktan büzüşen kan damarlarınızı bir anda sıcak ile genleştirmeye çalışmak tahribatlara yol açabilir. Çi’nin vücutta kolaylıkla dolaşabilmesi için besinleri de sıvıları da ılık tüketin.
DAMACANA TEHLİKESİ
Evlerin vazgeçilmezi haline gelen su damacanalarından mümkün olduğunca uzak durun. Bunların yerini kaliteli su arıtma cihazlarının almasını sağlayın. Damacanalar ucuz gibi görünür ama kalabalık ailelerde yüklü bir aylık masrafa neden olur. Senelik maliyetini hesaplarsanız belki de sizin için en uygun olanı su arıtma cihazı almak olacaktır. Bu cihazların bazıları sadece kireç çözer, bazıları da hem PH değerlerini hem de alkali baz değerlerini dengede tutar.
Damacanalar plastikten yapılmıştır. Bunlar uzun süre depolarda stoklanır. Bekleyen su tüm özelliğini yitirdiği gibi, durduğu yerde zehirlenmeye başlar. Üstelik bir dizi işlemden geçtiği için de tamamen niteliksiz, hiçbir besin değeri olmayan bir şey haline gelir. Halbuki suyun kalsiyum gibi besin değerleri olması gerekir, özellikle de çocuklar için. Bekletilen plastik de suya karışmaya başlar. Eskiden cam şişe suları vardı. Cam sağlıktır, suları camda saklamak en doğrusudur. Damacana kaçınılmaz ise en azından evde cam kapların içine doldurun, evinizde bari plastik içinde beklemesin. Geri dönüşüm elbet güzel bir şey. Ama damacanaların altında gördüğünüz geri dönüşüm işaretinde 3 veya 7 rakamı varsa bu tehlike arz eder. Vücuda iki kat daha fazla zarar veren biosfenol A (BPA) denen bir kimyasal maddenin yüksek olduğuna işarettir ve bu kalp, şeker ve kolestrerol için tehlikeli bir maddedir.
Herkes dikkat ediyorum suların PH değerlerine bakıyor. PH değeri ne kadar yüksekse o kadar iyidir diye bir mantık türemiş. Halbuki suyun içinde var olan o kadar madde listelenirken, florürden bahseden yok. Ve bu madde sulara zorunlu olarak ekleniyor. Florür insan için zararlı bir madde. Hatta diş macunlarının evlerimizdeki tehlike olduğunu söylesem benden iyice nefret edeceksiniz. (Üzülmeyin florürsüz organik diş macunları yada misvaklar bulmak mümkün).
Ben İzmirliyim. Eskiden belediyeler halka kaynak suyu dağıtırdı. Sonra sağlıklı olmadığı söylenerek kaldırıldı ve halka damacana alınması tavsiye edildi. Bu elbette damacana su satanların ceplerini doldurmaya yaradı. Halbuki Roma’da hâlâ halka eski usul kaliteli kaynak suyu dağıtılıyor. Biz daha mı modern oluyoruz?
Bu saatten sonra belediyelerin çeşmelerimizden akan suyun kalitesini artırıp içilebilir hale getirmesini beklemek yerine en doğrusu iyi bir su arıtma cihazı satın almak gibi görünüyor.

Karbonatla Kanseri Yenin!

Terminal safhada prostat kanseri teşhisi konmuş; kanseri kemiklere metastas yapmış ve doktorlar tarafından artık yapılacak bir şey yok diyerek gönderilmiş bir adamın, bakkaldan elli kuruşa aldığımız basit bir karbonatla çok kısa sürede nasıl kanseri yendiğini anlatan bir video izledim.
Karbonat (baking soda/sodyum bikarbonat) vücuttaki pH seviyesini yükseltmekte birebir. Bahsi geçen adam her gün düzenli olarak aç karnına içtiği bir bardak karbonatlı su ile pH seviyesini 8 seviyelerine çıkarıp kanseriyle vedalaşıyor.
Videoyu seyretmek isteyenler buyursunlar:



Ben bunu kabızlık ve bağırsak hastalığı geçiren anneanneme uyguladım. Ona bakan teyzemin yorumu şu oldu: “Allah razı olsun her şey yoluna girdi de, bu sefer de tuvalete zor yetiştiriyoruz.” Olsun, ben küçükken, yanında gaz çıkardığım zaman bana “İyi insanın içinde kötü şey durmaz, yap yavrum yap!” diyen anneannemle şimdi rolleri değişmiş olduk.

Karbonatı yavsiye ettiğimden bu yana bir adet akciğer kanseri, mesane kanseri, prostat kanseri, mantar, egzama, kemik problemi, kilo sorunu, kabızlık gibi dertlerini bana yazan okurlarımdan pek çok teşekkür mektubu aldım.

Benzer vakalara ve başarı hikayelerine Sevgili Kemal Milar'ın sitesinde bolca rastlayabilirsiniz:
Karbonat Mucizesi - Kemal Milar

Karbonatın kullanımı:
Bir büyük bardağa bir tatlı kaşığı karbonat atıldıktan sonra üzerine az az kaynar su dökülerek köpürtülür ve karbonatın suda iyice çözülmesi sağlanır. Sonra üzerine normal su dökülür, karıştırılıp içilir. Eğer kanser vb hastasıysanız vücudu alkali hale getirmek için ilk bir hafta aç karnına yemeklerden bir saat önce bu uygulamaya 1 çay kaşığı da bal katılır. Bal katmanın amacı kanserli hücrelere tuzak kurmaktır. Şekeri çok seven kanserli hücreler bala hücum ettiklerinde karbonat da onları yok eder.  Sonraki üç hafta sadece sabahları kahvaltıdan önce aç karnına balsız içilerek devam edilir. Bir ay sonra gidip hastalığınızı kontrol ettirip iyi olup olmadığınızı görebilirsiniz. Eğer idrarınızdaki pH 7,36 ve üstüyse vücudunuz “alkali” haldedir, dilerseniz her gün suya bir çay kaşığı karbonat atıp kullanmaya devam edebilir ya da sadece ihtiyaç duyduğunuzda bunu uygulayabilirsiniz.
İdrarınızdaki pH seviyesini öğrenmek için dijital pH ölçerler satılıyor, onlardan bir tane alıp her gün tartıya çıkmak gibi idrarınızdaki pH seviyenize bakıp bedeninizin sağlık durumunu anlayabilirsiniz. Dijital pH ölçer yerine pH kâğıtları da kullanabilirsiniz. Bunu da internetten araştırıp öğrenebilirsiniz.
karbonatı eczaneden "Sodyum bi Karbonat" olarak isteyin. Şifa gücü marketlerdeki yemeklik karbonatlara göre daha yüksektir. Karbonat alayım derken kabartma tozuyla karıştırmamanız önemle rica olunur! Zira fal baktırmaya gittiğinizde yüreğiniz kabarmış çıkabilir :)

Alkali Beslenin Kanseri Yenin!

Alkali beslenin kanseri yenin!
Evet, çok iddialı bir giriş olduğunun farkındayım; ancak Çinlilerin her zaman dediği gibi, en karmaşık sorunların çözümleri en basit olandır.
Kanser kesinlikle bir hastalık değildir. Kanser bir uyarı sistemidir. Şimdiye kadarki yaşantımızı gözden geçirmemiz gereken bir uyarı sistemi. Beslenmemizi, iş hayatımızı, aile yaşantımızı, kendimize ve insanlara karşı davranışlarımızı, stresimizi ve pek çok faktörü düzeltip yoluna koymamız için önümüze konulmuş bir fırsattır aslında. Kanserin nedenlerinden yüzde seksen beşini stres oluşturur; beslenme sadece yüzde on dört içindedir.
Kanser asidik sıvıdır (mantar). Hücrelerin içerisine yerleşip belirli bir bölgede toplandığında kendisini mantar hastalığı şeklinde gösterir. Kanser, diyabet, MS, arterit, akne, egzama ve diğer bütün hastalıklar ASİDOZDAN KAYNAKLANIR. ALKALİ HALE GELDİĞİNİZDE HASTALIKLARINIZIN HEPSİNDEN (%99) KURTULURSUNUZ!


Vücuttaki asidik oluşumu
Vücudumuzdaki bütün canlı hücreler atık üretirler. Tüm besinler hücrelere vücudumuzdaki sıvılar yardımıyla taşınırlar ve oksijen ile yanarak enerji haline dönüşürler. Yediğimiz ne olursa olsun bir atık ortaya çıkar. Bu atıklar idrar ve ter yoluyla atılır. Atıklar temel olarak asidiktir. Bunun sonucunda idrarımız düşük bir pH dengesine sahip olur. Bahsi geçen atıkların hepsini vücudun atması mümkün değildir. Yaşam ve beslenme tarzı, besin türleri ve tüm çevresel koşullar bu atıkların oluşumunu hızlandırır.
Atılamayan asidik atıklara ne olur?
Bu atıklar katılaşmış atıklara dönüşürler, örneğin; kolesterol, yağ asidi, böbrek taşı v.b gibi ve bilemeyeceğimiz başka bir şekilde vücudun içinde herhangi bir yerde birikip yerleşirler. Vücuttan atılamayan ve biriken bu asidik atıkların toplanması yaşlanma sürecini hızlandırır. Alkali besinler ve su, asidik atıkların atılmasını kolaylaştırarak vücudumuza yardımcı olur.
İnsan vücudu mükemmel bir mekanizmadır. Gittikçe artan asidin yaşamsal organlarımıza hasar vermesini engellemek üzere vücudumuz savunma mekanizmalarını düzenlemeye başlar. Asidin yağ hücreleri içinde depolandığı bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen asit herhangi bir organla temas edecek olursa, dokuyu içinden çürütebileceği bir delik açma şansı da bulur. Bu durum hücrenin mutasyona uğramasına neden olabilir. Bu asidik ortamda oksijen seviyesi düşer ve kalsiyum tüketilmeye başlar. Bu nedenle savunma mekanizması olarak, vücudunuz gerçekte sizi aşırı asidiklikten korumak üzere şişmanlatır/yağlandırır. Asitlerin toparlanıp paketlendiği tüm bu yağ hücreleri ve selüloit birikimleri yaşamsal organlardan güvenli uzaklıkta tutulmaya çalışılır. Bu açıdan şişmanlık yaşamsal organlarınızı zarar görmekten koruyabilir.
Birçok insan artık kendisini hiç iyi hissetmiyor. Birçokları da kendilerini soğuk algınlıkları veya çevredeki herhangi bir mikroptan çok daha kolay etkilenir halde buluyorlar. Bundan daha ciddi olan ise lupus, romatoit arterit, multipl skleroz, kronik yorgunluk sendromu ve fibromiyalji sendromu gibi bağışıklık sistemi rahatsızlıklarındaki artışlardır. Özellikle de genç yaşlarda…


Kronik hastalıkların iyileşmeye başlaması sadece ve sadece
kanımızda mevcut olan pH değerleri normale yakın olursa gerçekleşiyor!
Tümden iyileşme ise kan değerlerinin alkali pH değerlerine sahip olmasıyla gerçekleşiyor. 


Bu sonuçlar hastalıkla mücadele eden, iyileşmekte olan ya da sadece
daha iyi ve daha sağlıklı hissetmek isteyen herkes için geçerlidir.
İnsan kanındaki değerler çok dar bir pH skalasında (7,3) yer alır.Bu değerlerin altında ya da “fazla üzerinde” yer almak hastalıklara davetiye çıkarır.pH raydan çıkarsa yapıcı enzimler yıkıcı olmaya başlar.Hücrelere yeteri kadar oksijen taşınamaz.Hastalıklar ve kanser kapıya dayanır.

Alkali-Asit dengesinin bozulması:
  • Vücudun mineral ve diğer besinleri alma kapasitesini düşürür
  • Hücrelerdeki enerji üretimini olumsuz etkiler
  • Hasarlı hücrelerin onarılma yeteneğini düşürür
  • Vücudun detoks yeteneğini azaltır
  • Vücudu bitkin ve hastalıklara açık hale getirir
Asit ne yapar?
  • Atardamarların yüzeylerini erozyona uğratıp kardiyovasküler yapıları zayıflatır.
  • Serbest radikallerin ortalığa saçılmasına neden olur, yaşlanmayı hızlandırır.
  • Kilo almaya, diabete ve obezliğe neden olur.
  • Kollestrol plakaların oluşmasına neden olur.
  • Kan basıncını bozar, düzensizleştirir.
  • Kritik lipid ve yağ asidi metabolizmasını bozar, karıştırır.
  • Hücrelere dağıtılan oksijen miktarında azalmaya neden olur.
Asit hangi hastalıklara yol açar?
  • Kardiyovasküler damar setliği, kalp krizi, yüksek kan basıncı
  • Obezite
  • MS, MD, ALS
  • Karaciğer, böbrek sorunları
  • Bunama
  • Bağışıklık sistemi yetersizlikleri
  • Osteoporoz
  • Erken yaşlanma
  • Erkeklerde prostat problemleri
Yüksek asit oluşturan duygu ve düşünceler
  • Öfke
  • Kıskançlık
  • Stres
  • Korku ve endişe
  • Şüphe, kaygı, sinir
  • Acı, keder
  • Uykusuzluk, aşırı yorgunluk
  • Aşırı hırs
  • Akciğerden nefes almak
  • Hareketsizlik
  • Huzursuzluk
  • Düşmanlık, kin, nefret
  • Umutsuzluk
  • Yalnızlık duygusu
  • Her türlü olumsuz düşünce
Yüksek Alkali Oluşturan Duygu ve Düşünceler
  • Kahkaha
  • Huzur
  • Güven, sadakat, şükran
  • Neşe, sevinç
  • Meditasyon
  • Diyaframdan nefes alma
  • Dostluk, arkadaşlık, kabul görme
  • Egzersiz
  • Affetme
  • İbadet, dua
  • Doğayla münasebet
  • Umut
  • Sevdiğin şeyleri yapmak, şimdiyi yaşamak
  • Tensel zevk
  • Her türlü olumlu düşünce


Alkali diyet nedir?
Sağlıklı beslenme sonucu vücudun pH dengesi 7,36 ila 7,44 arasında alkali seviyesinde yer alır. Asit  oluşumuna neden olan gıdalarla beslenme sonucu bu denge bozulur ve vücut tekrar denge sağlayacağım derken hayati önem taşıyan bazı minerallerin (potasyum, magnezyum, kalsiyum, sodyum) kaybı meydana gelir. Bu dengesizlik asidoza (asidik pH seviyesi) yol açar ve asidoz da ölümle sonuçlanabilecek pek çok hastalığa neden olur.
Yediğimiz yemeklerin pek çoğu (hazır gıdalar, fastfood vs) asidoza neden olacak kadar fazla asit içerir. Bunlar pH dengesini bozup kronik hastalıklara davetiye çıkarır.
Alkali beslenme, yüksek protein, yüksek yağ ve düşük karbonhidrat diyetlerinin tam tersidir. Diyetin nerdeyse yüzde sekseni alkali besin tüketimine ve yüzde yirmisi de, pH dengesini kuracak kadar asitli besin yemeye dayanır.
Meyvelerin çoğu alkali besinlerdir. Kalsiyum, magnezyum ve potasyum bol miktarda yeşil sebzelerde bulunur. Alkali diyetin en önemli faktörü düzenli ama alkali su tüketimidir.
Organlarımız çoğu, özellikle de böbrekler düzgün bir pH için önemli rol oynar. Bunun için ise doğru besinlere ihtiyaç duyarlar. Asit fazlalaştığı zaman, vücut dışarıdan alkali takviyesiyle bunu dengelemek ister. Alkali zaten kanda bulunan bir maddedir ancak pH seviyesindeki karmaşaya kan çok fazla tolerans gösteremez, o yüzden alkalinin alınacağı kaynak kan olamaz. En iyi alkali kaynakları iç organlar ve dokulardır. Bunlar yeterli pH seviyesine gelebilmek için gerekli toleransı gösterirler.
Lakin iç organlardan ödünç alınan alkalinin bir an önce telafi edilmesi gereklidir ki fazla olan asidi vücuttan atabilelim. Eğer alkali ağırlıklı sağlıklı bir diyetiniz varsa bu sorun değildir; ama pek çoğumuz asidoza neden olacak kadar sağlıksız besleniyoruz.
Eğer telafi edilemez ve alkali dengesi sağlanamaz ise vücut pek çok hastalığa karşı savunmasız kalır.


Alkali beslenme ipuçları:
  • Tercihen organik olmak üzere bol bol sebze ve meyve yiyin. Kereviz sapı, brokoli, dolmalık kırmızı biber, avokado, salatalık, marul, ıspanak en fazla alkali içeren sebzelerdir.
  • Ara öğünlerde kendinize şekersiz limonata yapın.
  • Alkalin iyonize edilmiş su için. Günde en az iki litre.
  • Kırmızı et yerine beyaz et ya da balık tercih edin.
  • Zeytinyağı kullanın.
  • Alkali yönünden zengin besinler yiyin.
  • Fastfood’dan, işlenmiş gıdalardan, GDO’lu gıdalardan, hazır meyve sularından, asit oluşumuna neden olan gıdalardan kaçının.