2 Aralık 2014 Salı

Kim Yin? Kim Yang?

Yin Yang’ın ne olduğunu hepiniz az çok biliyorsunuz. Gece-gündüz, soğuk-sıcak, ağır-hafif, olumlu-olumsuz gibi karşıt özelliklerin bir arada bulunmasından hatırlayacaksınız.
Burada bedensel açıyı ve enerji boyutunu kapsayan bir yaklaşımla değişik bilgiler paylaşacağım sizlerle.

Çigong gibi enerjiyle haşır neşir öğretilerde Yin Yang’ın önemi büyüktür. Enerji boyutunda sadece zıtlıklar deyip geçmek Çigong’da basit kalır. Zira Yin Yang dengesini kurabilmek bir ustanın senelerini alır. Buna rağmen buna erişemeden sadece Yang seviyesinde kalan pek çok usta vardır.
Eliyle kağıtları yakan, kaşıkları büken, cisimleri oynatan, beden dışı deneyimler yaşayan, hızlı şekilde şifa veren, olağanüstü yeteneklere sahip ustaların tümü uzun seneler boyunca sadece nefes ve meditasyon sayesinde Yin Yang dengelerini kurabilmişlerdir. Bizler ise en usta olduğumuz zamanlarda bile sadece Yang enerjisi ile çalışırız. Dünyadan aldığımız Yin enerjisi, daha önce yazdığımız “Karnımızdaki ikinci beyin” yazısında bahsi geçen Alt Dantien bölgesinde Yang olarak Çi enerjisine dönüşür. Çi daha sonra Shen dediğimiz ruhsal enerjiye, o da Wuji denen hiçliğe yani evrene açılan kapıya doğru yol alır.

Çigong’da yer alan üç adet Çi enerjisi vardır. Bunlara 3 Hazine de diyoruz. Bunlardan ilki evrensel Çi. Bu her şeyi ama her şeyi kapsar. Bizlerin ve dünyanın başına gelen her şeyden evrensel Çi sorumludur. “Felaket” diye nitelendirdiğimiz şeyler aslında evrenin enerji boyutunda denge kurma çabasından ibarettir. Ardından dünyevi Çi gelir. Evrensel Çi’nin etkilerini yaşar. Bununla ilgilenen iki bilim dalı vardır. Biri hepinizin çok yakından tanıdığı Feng Shui, diğeri ise Jeomansi’dir. Jeomansi dünyanın enerji hatlarıyla alakalıdır. Aşağıdan yukarı çıkan enerji hatları, ley ve fay hatları vardır. Yukarı çıkan enerji pozitif, negatif ya da nötr olabilir. Enerjinin negatif olması dünya yüzeyindeki biz insanları yakından etkiler. Hani ağzıyla kuş tutsa dükkânın bereketini bir türlü göremeyen işyeri sahipleri vardır ya; bazı yerler sürekli el değiştirir; bazı evlerde hiç huzur olmaz, oraya evli giren boşanarak çıkar misali örnekler etrafımızda bolca vardır. İşte bu tip yerlerin altından yukarı doğru çok güçlü enerji dalgaları yükselir. Bunlar kimi zaman altta yer alan bir yatır, fosseptik, fay hattı gibi şeylerden kaynaklanabilir. Bununla ilgilenen bilim dalı ise bu enerji hatlarının analizini yaparak, kötü enerjileri bloke eder ve hayat normale döner. Çok zor ama çok etkili bir bilim dalıdır. Bununla ilgilenen yakın bir dostumu bu bilim dalına iten hikâyeyi sizlerle paylaşayım. Dostum yurtdışından bu tarzda bir bilim adamını evinde misafir eder. Küçük kızı hiçbir zaman kendi odasında uyumaz. Ya anne babasının yanında uyur, ya da televizyon karşısında salonda uyuyakalır. Odasına taşımaya kalktığınızda ise kıyameti koparır. Bu misafir eve geldiğinde küçük kızın odasına girer, odada kısa süreli basit bir şeyler yaparak çıkar. Kız hemen o akşam kendi odasında uyumaya başlar. Adamın yaptığı tek şey yukarı yükselen negatif enerjiyi bloke etmek olmuştur. Dünyevi enerji sürekli kendini tekrar eder. Bunun nedeni de sürekli bir enerji dengeleme çabasıdır.

Aynı çaba bizim bedenlerimizde de hâkimdir. Hastalıklar bu şekilde ortaya çıkar. Hem dünyevi hem de evrensel Çi bizleri etkiler. Bedensel Çi burada ortaya çıkar. Hastalıklar gelmeden önce bizleri haberdar eder. Tek yapmamız gereken bedenlerimizi zamanında ve doğru şekilde dinlemektir. Ancak yapmamız gereken jeomansideki gibi kötü olanı bloke edip bastırmak yerine kaynağına inip iyileştirmektir. Zira hastalıkların çoğu enerjinin bloke olmasından kaynaklanır ve sizin yapmanız gereken tek şey enerjiyi serbest bırakarak trafiği açmak ve akışı tekrar sağlamaktır. Enerji mükemmel akmaya başladığında ise hastalık, ağrı, sızı namına bir şey kalmayacaktır.
Yere doğru olan ve yere yakın güçler Yang güçlerdir. Yerçekimi Yang’dır. Enerjinin yukarı doğru yükseldiğini söyledik. Yukarı yükselen bu enerji de Yin’dir. Yin’in yayılmacı ve genişleyen etkisi vardır. Yukarı doğru büyüyen en güzel Yin örnek dalları ve yaprakları ile ağaçlardır. Ancak aşağı doğru yol alan yere yakın güçleri Yang olan kökleridir. Dolayısıyla ağaç kardeşler Yin Yang dengesini kurmuşlardır.

İnsanlara gelince; Yin olan insanlar ellerinden çok kafalarını kullanırlar. Bu yüzden daha çok masa başı işleri tercih ederler. Onları alıp da tarlaya süremezsiniz. Bunlar kapalı yerleri tercih eder ve içe dönüktürler. Geceleri tercih eden insanlardır. Geç vakte kadar oturmayı severler. Yang olanlar ise daha hareketli ve bedensel bünyeye sahiptir. Açık havayı ve doğayı tercih ederler. Dışa dönüktürler. Gündüzleri ve güneşi daha çok severler.

Bedenimizdeki tüm organlar Yin Yang dengesine sahiptir. Kalp kasılıp (Yang) gevşeyerek (Yin) çalışır. Organlar kendi aralarında enerji sistemleri oluştururlar. Örneğin karaciğerle safrakesesi, akciğerle kalın bağırsak, kalple ince bağırsak, mide ile dalak, böbreklerle mesane birlikte çalışarak takım oyunu oynarlar. Bunlardan biri Yang iken diğeri Yin olarak çalışır. Organlarınızı iyi tanımaya başladığınızda Yin Yang özelliklerini bilirseniz onları daha iyi kullanır ve mutlu edersiniz. Örneğin midenin Yang olduğu saatler sabah 7:00 işle 9:00 arasıdır. Bu saatlerde kahvaltı edilmesi bu yüzden tavsiye edilir. Mesela kalbin Yin olduğu zaman saat 11:00 ile 13:00 arasıdır. Bu saatlerde kalbe yönelik kardiyo çalışmaları yapmak sakıncalıdır, zira en sık kalp krizlerinin görüldüğü saatler bu saatlerdir. Temel Çigong eğitimlerinde öğrenciler organlara yönelik bu kapsamlı Yin Yang bilgilerini alırlar.

Sizler de bedensel olarak Yin ya da Yang olduğunuzu bilirseniz hayatınızı ona göre daha çok kolaylaştırırsınız. Mesela Yang iseniz masa başı işlerin sizi mutsuz edeceğini bilirsiniz.
Bedenimiz de ağaçta olduğu gibi üst bölgesi Yin, alt bölgesi yere yakınlaştığı için Yang özelliğe sahiptir. Çevremizdeki dünyevi her şey bizi yakından etkiler. Örneğin yediklerimiz: Tuz, et, süt ve süt ürünleri Yang özelliğe sahiptir çünkü vücudumuzu kasan özelliğe sahiptirler ve bizi daha girişken ve saldırgan yaparlar. Meyve, sebze, şeker ve alkol bedeni gevşeten özellikleri ile Yin’dir. Egzersiz çalışmaları kas yapar, bu yüzden Yang’dır. Meditasyon gevşetir, Yin’dir.

Bedenimizdeki tüm organlar Yin ya da Yang oluşumuza göre şekillenir. Örneğin yüzümüz: İki kulağınız arasından enine bir çizgi çekin, üst kısım Yin alt kısım Yang’dır. Elmacık kemikleri, burun, gözler ve alın akciğer, karaciğer, kalp ve sinir sistemi; ağzı kapsayan alt bölüm ise üreme organları ve sindirim hakkında bilgi verir.

Örneğin Yin özellikteki bir yüz aşağı şekilde duran bir damla şeklinde olur. Alın geniş, çene dardır. Gözler iri, kaşlar eğri ve araları açıktır. Kan dolaşımı zayıftır. Bu yüzden dudaklar ve ten solgundur. Burun kemiği de dardır. Soğukla araları yoktur ve kapalı yerleri tercih ederler. Genelde zayıftırlar ve kilo alamazlar. Yumuşak sesli ve kibar olurlar. Duygusal ve duyarlı olurlar, bu özelikleri sayesinde bunlardan çok iyi sanatçılar çıkar. Manevi tarafları güçlü olduğu için daha çok din, ruhani işler ve kişisel gelişim tarzı konulara merak salarlar. Kültürel ve entelektüel açıdan diğer insanlardan farklı oldukları için bunu bir kibir meselesine döndürebilirler. Mesafeli bir üstünlük duygusu yaşayabilirler.
Yang’a gelince… Yuvarlak bazen de köşeli yüzlü olurlar. Çene güçlü ve geniş, dudaklar dolgun ve kırmızı olur. Kaşları kalın ve birbirine daha yakın, burunları geniştir. Çok iştahlı oldukları için kilolu olmaya müsaittirler. Yemek yemek onlar için tam bir keyiftir. Üzerine yakılan bir puro cabasıdır. Sert içkileri severler. Sesleri gür, bedenleri genellikle kaslıdır. Duyguları ve cinsel dürtüleri güçlüdür. İşkolik olabilirler, günü yoğun ve dolu dolu kullanırlar, akşam geç olmadan yatarlar. Macerayı ve doğayı severler. Dobradırlar ve politik olmayı beceremezler. Bazen de kabadayılık derecesine varabilirler. Öfkeden ve saldırganlıktan uzak durmaları gerekir. Yağlı yiyecekler, et ve sert içkiler yüzünden sağlıklarına dikkat etmeleri gerekir. Kalp, kolon ve yüksek tansiyon hastalıkları en sık karşılaştıkları rahatsızlıklardır. Yin yaşam tarzı ve besinlerle kendilerini dengelemeleri gerekir. Mesela müzik dinleyerek gevşeyebilir, arada bir sebze ve alkali diyetle bedenlerini dengeleyebilirler.
İlişkilerde çoğunlukla kendimize çok benzeyen insanları ararız ama genelde mıknatıs gibi karşıt kutupları çekeriz. Doğru olan budur. Aynaya bakıp “kız ya da erkek olsaydım kendimle çıkardım” diyecek kadar kendimizi sevmek elbet güzel bir şey, ama iş ilişkiye gelince Yin Yang ilişkisi kurabileceğiniz bir ilişki yaşayabilirseniz tadından yenmez.

Yin ve Yang sizinle dengede olsun.

5 Kasım 2014 Çarşamba

Birey Ruhu 4 - Alfa In, Beta Out!

Önceki yazımızda (Birey Ruhu 3 - İnsan Değilsin) beta dalgalarıyla içinde bulunduğunuz vahim durumu ortaya koymuştuk. Şu anda dünyanın kötü olarak gördüğümüz gidişatı da, insanların gitgide artan mutsuzluğu, öfkesi, depresyonu ve hastalıkları da hep bu Beta mereti yüzünden!

Vücudumuzda milyarlarca hatta trilyonlarca hücre bulunur ve her hücrenin kendi ritminde titreştiği bir frekansı vardır. Bütün hastalıklar ve sorunlar da bu titreşimlerde aksaklık çıktığında kendini gösterir. Titreşimleri düzene soktuğunuzda hastalıklar da yok olur gider. Bu Çigong eğitimlerinde sesle şifa tonlamaları yaptığımız çalışmalarda öncelikli olarak yer alır.

Beynimiz de titreşimlerden oluşur ve kendine özgün beyin dalgaları vardır. Nörobilimde yer alan başlıca beyin dalgaları beta, alfa, teta, delta ve az sayıda da olsa gama dalgalarıdır. Bilincin derinliklerine indikçe elde edilecek zihin kontrolü ile bilinçaltı dünyanıza girerek orada kendi gerçekliğinizi yaratma şansına sahipsiniz.

Her frekans saniyedeki döngü hesabı ile ölçülür ve birimi hertz’dir. Her frekansın kendine has bir karakteri vardır ve beynin o anki aktivitesiyle ve bilincin o anki özel durumuyla alakalıdır.

Beta dalgaları 14-21 (veya 13-30) hertz aralığında en hızlı şekilde yol alır. Beta, alarm modunda olduğunuz ve mantığın ağır bastığı hayatta kalma modudur. En yüksek zihin gücünün çalıştığı konumdur, ancak bunu matah bir şey sanmayın çünkü zihin hiç durmaz. Günlük aktivitelerimiz esnasında siz birer betasınızdır. Yüksek beta seviyeleri beraberinde stres, endişe, heyecan ve yorgunluk getirir. Hastalıklara davetiye çıkarır.

Alfa dalgaları 7-14 (veya 8-12) hertz aralığındadır. Derin bir sükunet ve rahatlama anında, genelde gözler kapalıyken ve uyanıkken rüya görme modunda devreye girer. Meditasyon esnasında varılan farkındalık alfanın karakteristik özelliğidir ve zihni programlamanın tek yoludur. Alfa konumunda yaratıcılığınız, imgeleme ve hayal gücünüz, hafızanız ve konsantrasyonunuz  tavan yapar. Bilinçaltınıza inmenizin tek yoludur. Sağ ve sol beyin dengenizi en iyi bu konumda kurarsınız. Alfa konumunda en isabetli kararları alırsınız, en yaratıcı fikirleri bulursunuz, duygularınız daha sağlıklı ve dengede, görüşleriniz daha isabetlidir. Daha fazla endorfin salgılar, hastalıklardan daha çabuk kurtulursunuz.

Teta 4-8 hertz aralığındadır. Çok derin meditasyon esnasında ortaya çıkar. Düşüncelerin derinliklerine inersiniz. Hayallerinizi ya da imgelemelerinizi gerçek gibi yaşarsınız. Çok yüksek zihinsel konsantrasyon sağlarsınız. Mucizevî şekilde çalışan zihniniz yine mucizelere imza atar. Rüya gördüğünüz an teta konumudur. Size bilinçaltına giriş izni verir.

Delta 0.5-4 hertz aralığındadır. Derin ve rüyanın olmadığı deliksiz uyku esnasında ortaya çıkar. En derin rahatlama yoludur. Tüm vücudunuzu komple hissettiğiniz konumdur. En saf halinizle var olduğunuz yerdir.

Çalışmalar göstermiştir ki, alfa konumuna geçmeyi başaran öğrencilerin başarı ortalaması bir anda artmaya başlamıştır. Öğrenme, bilgi bombardımanı şeklinde habire içeri yapılan bir depolama değildir. Bu yüzden betadan alfaya yapılan bir geçişle öğrenme, yaratıcılık ve stresle mücadele konusunda büyük aşamalar kaydedilmektedir.

Daha önceki yazılarımda da paylaşmıştım. Çin’de Çigong ve meditasyon artık yaşlılardan çocuklara inmeye başladı. Pilot olarak seçilen bir ilkokulu ziyaret ettim. Buradaki çocukların hepsi çok başarılı ama bir o kadar da sakin ve mutlu çocuklardı. Beni oraya götüren ustamın bu çocuklarla ilgili anlattığı bir örnek tam da beta alfa ilişkisine uygun bir örnekti: 2 çocuk seçiliyor; çocuklardan birine basket topu veriliyor ve potaya 50 şut atması söyleniyor. Diğeri elinden tutulup sakin bir köşeye çekiliyor ve oturup meditasyon yapması ve attığı bütün şutların zaten basket olduğunu imgelemesi isteniyor. Sonra iki çocuk kapıştırılıyor ve meditasyon yapan ellide elli yaparak diğerini geçiyor. Basit bir meditasyonun ne kadar etkili olabileceğini gösteren çok önemli bir örnektir bu… Çinli çocukların bu şekilde yetiştirildiğini ve ileriki Olimpiyatlarda kazanacakları başarıları düşünün!

Doğumdan 4 yaşına kadar geçen sürede bebeklerin beyni delta konumunda çalışır. Saniyede neredeyse 4 döngü yapar. Yetişkinlerde bu durum sadece çok derin uykudayken deneyimlenebilir.

4 ila 7 yaş arasında çocuklar teta konumuna geçer. Bu durum yetişkinlerde uyku anında yaşanır. Değişime ayak uydurmak için elverişli konumdur. Sadece bir iki deneyimle kolaylıkla davranışlarımızda değişiklikler yapabilir hale geliriz.

7-14 yaş arası alfa konuma geçeriz. Yetişkinlerde meditasyon ve hafif uyku hallerinde yaşanabilen bu konumda 21 tekrardan sonra etkili öğrenme deneyimleri yaşanabilir. EFT vb tekniklerin uygulanabilmesi için gerekli konum budur. Bedensel iyileşme için bu konumda olmak büyük fayda sağlar.

Bundan sonraki süreç yetişkinlik sürecidir ve sürekli beta konumunda yaşam başlar. Gözler açık uyanıkken ve sürekli alarm modunda yaşarken beta konumundayızdır. Yeni bir şey öğrenmek için binlerce kez tekrar bile bu moddayken faydasızdır. Bu yüzden bu konumda her türlü öğrenme süreci sancılı ve zor olur.

Delta ve teta beyin dalgaları genel olarak sağlık için en iyi olanlarıdır. Uykuda yakalanması kolay modlardır ama öğrenciler ve kurumsal hayat insanları için günlük hayatta yakalanması kolay değildir. Deltanın fazlası ise genellikle depresyon, fiziksel ve duygusal problemler ve uyku bozukluklarıyla sonuçlanır.

Neyse, biz konumuz olan alfaya geri dönelim.
8 hertz konumunda yeni bilgileri daha hızlı öğrenme, hafızanın gelişmesi söz konusudur. Yaratıcılığın arttığı aralıktır.
10 hertzde serotonin miktarı artar. Daha iyi bir ruh haline girersiniz, uyarıcı etkisi vardır. Uykusuz bile olsanız uykunuzu iyi almışçasına zindelik ve rahatlık verir. Özellikle baş ağrısı gibi ağrılar yok olur. Daha berrak bir zihinle serotonin salgılayıp mutluluk katsayısını artırırsınız.
11 hertzde uykudaymışçasına rahat hissedersiniz ama tam uyanıklık vardır.
12 hertzde duygusal denge ve merkeze dönme sağlanır.
14 hertze kadar olan evrede konsantrasyon ve odaklanma, farkındalık artar. Öğrenme frekansı denilen bu aralıkta bilgiler zahmetsizce zihne akar.

Peki, bu durum beta’dayken nasıldır?
14 hertz üzerinde sürekli alarm modundasınızdır. Yapacağınız işe odaklanırsınız, hayatta kalmak asıl amaçtır. 16 hertzde hücrelere oksijen ve kalsiyum yüklenir. 15 hertze kadar dikkat gerektiren yetenekler kullanılır. 13-27 hertz arası dış uyaranlara karşı tepki mekanizmaları devreye girer. 13-30 hertz arası problem çözme ve mantıklı düşünme çabası başlar. 18-24 hertz arası ise heyecan ve endişe hali genellikle baş ağrısı ile sonuçlanan süreçtir.

Betadan alfaya geçmeyi başardığınızda bu size pek çok avantaj sağlar. Öncelikle stresi bertaraf edersiniz. Öğrenme kabiliyetiniz artar. Özellikle de yabancı dil öğrenirken çok faydasını görürsünüz. Elinizdeki işleri sakin kafayla daha çabuk ve iyi bir şekilde bitirirsiniz. En karmaşık sorunları en basit şekilde çözmeyi başarırsınız.

Meditasyon sizin betadan diğer konumlara geçmenize yardımcı olacaktır ama meditasyon yapabilmek için bile Beta konumundan çıkmak durumundasınız. Beta konumundaki birini oturtup “Hadi sen meditasyon yap” diyemezsiniz, çünkü kafasında bin bir tilki dolaşır ve bütün endişe, heyecan, kaygı, korku, öfke vb. duygular kafasına dolanırken ve dolu dolu beta modunu yaşarken meditasyona geçmesi imkansızdır. Bu haldeyken meditasyon eziyet halini alır. Yapamaz ve hiç de yapamayacağını düşünür. Bu yüzden de meditasyondan soğur. Meditasyon artık onun için yapması çok zor, sıkıcı, eziyetli, zaman kaybı bir uygulamadır.

Peki meditasyon bile yapamıyorsak nasıl betadan alfaya geçiş yapacağız?

Nefes tekniğimizle… Karşınıza pek çok nefes tekniği çeşidi çıkacaktır. Haritanın doğusunda yedi bin senedir kullanılan ve çok basit olan Taoist nefes tekniği bizim Çigong çalışmalarımızda kullandığımız nefes tekniğidir. Tüm nefes teknikleri içinde en basiti ama en etkilisidir. Öğrenmesi dakikalar sürer, bu yüzden de karmaşık bir şekilde pazarlanamayacak kadar basit olduğu için eğitimciler tarafından tercih edilmez!

Bu teknik vücuda maksimum oksijen alınmasını hedefler, zira kanser de dâhil olmak üzere her türlü hastalığın ve sorunun en büyük düşmanı oksijendir. Biz maalesef nefes almayı bilmiyoruz. Bebekler bizden daha iyi nefes alıyorlar. Dakikada alıp verdiğimiz nefes sayısı o kadar fazla ki vücudumuza bu yüzden çok az oksijen girebiliyor. Bizim tekniğimizde ise dakikada aldığımız nefes miktarını azaltmak; uzun, derin, yavaş ve doğal nefes almak esastır. Nefeslerimizi hep burundan alıp burundan veririz çünkü Çinliler yaşam enerjisi olarak kabul ettiği nefesi Çi ile özdeşleştirdiğinden, ağzın açılması halinde bu enerjinin heba olduğuna inanırlar. Bir başka olmazsa olmazımız ise dilimizin ucunu damağımıza dayalı tutmaktır. Bu bizim Du ve Ren meridyenlerimizi birleştirip mükemmel bir enerji akışı sağladığı için ve kalp ve zihni birleştirdiği düşünüldüğü için çok önemlidir. En önemli kısım ise nefesimizi alışık olduğumuz üzere ciğerlerimize değil karnımıza dolduruyoruz. Bunun nedeni tüm yaşam enerjimizin, ağırlık merkezimizin ve ikinci beynimizin bu bölgede bulunması. Karnımızdaki İkinci Beyin adlı yazımızdan bunu hatırlayacaksınız. Bu alanda depoladığımız ve her an kullanıma hazır olan enerji, sizin alfa konumunda kalmanızı sağlayacaktır.

Verdiğimiz nefes süresi aldığımız nefes süresinden biraz daha uzundur. Her nefes alış ve nefes verişten sonra ise bir müddet bekleriz, bu esnada nefesler hafiften tutulur çünkü fizikte de cisimler en tepe noktaya geldiklerinde hemen inişe geçmezler; kısa da olsa bir süre tepe noktada bekleme süresi yaşanır. Şimdi gelin kısa bir ölçüm yapalım. Normalde sıradan bir insan dakikada 10 ve daha fazlası nefes alıp verir. Bu epey yüksek bir rakamdır. Kesik kesik tamamlanmamış nefeslerdir. Bunu en çok gerilim filmi filan izlerken, filmin bir yerinde uzun ve derin bir nefes aldığınızda fark edersiniz. Çoğu insan da resmen nefesini tutarak yaşar.

Şimdi bizim tekniğe gelelim. Yavaş, uzun ve derin nefes alarak bu süreci 6 saniyede tamamladığınızı düşünün. 3 saniye de nefesinizi tuttunuz. 8 saniye kadar bir sürede yavaşça verdiniz, ta ki bitene kadar. Nefesiniz tam olarak bittiğinde yine 3 saniye kadar bekleyin. Tekrar nefes almaya hazırsınız. Aradaki hafif nefes tutmalar bir sonraki nefes alış verişinizi daha etkili ve hakkını vererek yapmanızı sağlar. Ne oldu sonuç? 6+3+8+3=20. Dakikada alıp verdiğiniz nefes sayısını şimdiden üçe indirdiniz. En baba yogiler bunu dakikada bire indiriyorsa sizin için muhteşem bir sonuç olmalı. Bu rakamları kendinize göre ayarlayabilirsiniz. Maksat öncelikle bu; bu size bir idman ve pratik olsun. Daha sonra zaten saymayı bırakacaksınız ve bu sizin günlük nefes alış verişiniz şekline dönüşecek. Vücudunuza giren maksimum oksijen miktarı ve titreşimleri artan hücreleriniz bilin bakalım sizi hangi seviyeye getirecek: Alfa ve daha üst seviyelere. Artık o hayvansal, hayatta kalma içgüdülü moddan çıkıp sakinleşmiş ve aydınlamış moda gireceksiniz. Toplantıdasınız ve her şey sinir bozucu bir şekilde ilerliyor. Hemen o anda nasıl nefes alıp verdiğinize odaklanın. Nefesinizi düzene soktuğunuz andan itibaren toplantının akışı dahi değişecektir. Sizi sinir etmeye çalışan karşı taraf bir anda bertaraf olacaktır. Alfa konumuna geçtiğiniz andan itibaren yaydığınız titreşimler, etrafınızdaki canlıların ve olayların da titreşimlerini değiştirebilecek güçtedir. En azından kendi titreşiminiz sizin etrafınızdan etkilenmenizi engelleyecektir, varsın onlar betada sürünsünler:)

Tabi olay sadece nefes tekniği ile kalmıyor. Yediğiniz pek çok besin sizi betada tutar. Ne kadar asidik beslenirseniz beta beyin dalgalarınız o kadar yoğun çalışır. Beta beyin dalgalarından kurtulmanın beslenme tarafındaki çözümü alkali diyettir. Yani hayatınızdan kola gibi asidik içecekleri, kahveyi, eti, süt ve süt ürünlerini, unlu mamulleri ve diğer tüm asit yapan ürünleri çıkartıp bunların yerini bol sebze ve meyveye ayırıp, günde yeteri kadar da su içmeye başlarsanız vücudunuz alkali olacaktır. Alkali olan vücut alfa konumuna geçmeye daha müsaittir. Alkali diyetle alakalı daha önce paylaştığım makalemi okuyabilirsiniz. (Kanseri Yenmek)

Seyrettiğiniz filmleri, üçüncü sayfa haberleriyle dolu haber kanallarını, bunalım, şiddet ve acı dolu olumsuz dizileri, uyuşturmaya yönelik şov ve yarışmaları, etrafınızdaki olumsuz insanları, hayatınızda bağımlılık yapan unsurları, korku üzerine kurulu ve sevgi karşıtı her şeyi elemeye başladığınızda tam bir alfa olacaksınız.

Çigong ve TaiChi eğitimlerinde öğrettiğimiz duruş tekniklerinin de size çok yardımı dokunur. Bu duruşlar sayesindedir ki, başta duruş bozukluklarınız ortadan kalkacak ve bu sayede omurganız üzerinden enerjinin mükemmel akması sağlanacaktır. Enerjide her hangi bir blokaj oluşmadığı için de sizi beta konumuna sokacak bu bölgeye ait bir sorun kalmayacaktır.

Şifacıların da olmazsa olmazıdır alfa ve üzeri beyin dalgaları. Beta konumunda iken bir şifacıdan hayır gelmez. Kendi enerjisinden vermeye başlar. Bu da onun çabuk bitkin düşmesine, günde çok az hastaya bakabilmesine, bir şifacıya yakışmayacak şekilde hastalıkları kendi üzerine çekmesine ve hatta erken yaşta ölmesine kadar giden bir süreç başlatacaktır. Bu yüzden şifacı olma yolunda giderken dikkat etmeniz gereken en önemli şey, her şeyi en başından adım adım, nefes teknikleri ile, meditasyon ile ve enerjinin doğru depolanması ve yin yang dengesinin doğru kurulması ile yapmaya başlamanız olacaktır. Çoğu şifacı, bunu Tanrı vergisi sanıp kendinde diğer insanlarda olmayan bazı özel yetenekler olduğunu sanıp şifa vermeye girişebilir. Ancak saydığım adımları es geçmiş olduğu için kendi kendini yıpratan bir süreç yaşamaya başlar.

Bir de asıl olan başka bir gerçek vardır ki, sadece paylaşılabilen ve aktarılabilen bilgi değerlidir. Sadece sizde olup diğerlerinde olmayan yetenek ve bilgi, sizinle birlikte yok olmaya mahkûm değersiz bir bilgidir.

Devam etme ihtimalim çok yüksek…

Birey Ruhu 3 - İnsan Değilsin

- Ne o hayvan mıyız?
- Bi nevi…

Gündelik hayatta hayvandan farklı bir yaşam tarzımız bulunmamaktadır. Hatta hayvanın bile bizden daha kontrollü ve kendine özgü bir iradesi vardır. Belgesel kanallarında seyrettiğimiz tüm o hayvanların tehlike anında ya da hayatta kalma içgüdüsü ile yaydıkları enerji dalgalarını, biz günün 24 saati ısrarla yaymaya devam ediyoruz. Ne mi bu beyin dalgaları? Beta dalgaları…

Yırtıcı hayvanlar, doğal olarak, hayatta kalmak için avlanmak durumundadır. Başka türlü beslenme imkânları yoktur. Bu yüzden kimse televizyon seyrederken, “Vay adi aslan, ceylanı nasıl da yedi!” diyemez. Bu doğanın döngüsüdür ve önümüze sunulan bu mahremiyeti dikizlediğimiz için asıl ayıp eden biziz! Neyse… İşte, bu aslan denen yırtıcı ve diğer tüm avcı hayvanlar hayatta kalmak için gerçekleştirdikleri saldırı esnasında beta konumuna girerek beyin dalgalarını o şekilde çalıştırırlar. Bu onların sadece avlarına yoğunlaşmalarını sağlayan ve herhangi bir hata yapmalarını engelleyen geçici bir süreçtir. Av durumundaki ceylanı ele alalım. Ceylanın da hayatta kalmak uğruna her an tetikte olması ve tehlike anında alarm durumuna geçmesi gerekir. Bu da onun kendi beta konumudur. Otunu yer, hoplar zıplar ama tehlike anında beta beyin dalgaları yayarak, olası bir riske karşı tetikte bulunur. Saldıran da saldırılan da beta konumunda aynı kaslarını kasar, vücut her zamankinden daha fazla oksijen pompalar, kan basıncı yükselir, stres katsayısı tavan yapar, korku en uç noktaya yükselir, endişe kaçınılmazdır. Beyin ve duygular devre dışıdır. Ancak o en yırtıcı hayvanın bile, örneğin çitayı ele alalım, bu konumda kalabilme süresi birkaç dakikadır. Sonra sakinleşmek durumundadır, zira tavan yapan kan basıncı ile hayatta kalması imkânsızdır.

Evet, tüm bu saydığım korku, endişe, stres vb. kavramlar size bir şeyler çağrıştırdı mı? Hayvanların bile birkaç dakikalığına, sadece hayatta kalabilmek için geçtiği bu beta konumunda günün 24 saati kalabilmeyi başaran canlı türü hangisidir?

Birey Ruhu’nun önceki yazılarında hep korkudan bahsettik. Dedik ki, 2 türlü duygu vardır: sevgi ve karşıtı korku. Öfke, endişe, stres gibi diğer tüm duygular ise korkunun birer türevidir. Beta konumunda ise sadece korku ile tetiklendiğinde beyin dalgaları bu frekansa geçer.  Bu konumda keyif almak, koşulsuz sevgi, yaşam kalitesi, mutluluk gibi şeylerden bahsedilemez. Bu konum sadece hayvansal içgüdülerle hayatta kalma konumudur.

Korkular sürekli geçmişten beslenir. Deneyim denen o meret şey, önümüze habire tetikte olmamızı gerektiren varsayımlar çıkartır. Geçmiş bizi kindar yapar. Geçmiş affetmemizi engeller. Tarih sürekli aynı deneyimleri tekrar etmemize neden olur. Uluslar, şimdikinin aksine tarihlerini hiç bilmeseler, belki de çok daha mutlu, mesut ve barış içinde yaşarlardı. Beynimiz, tehlike anında, yani hayatta kalma konumunda, gidip geçmişteki benzer bir şeyden faydalanarak bizi o durumdan kurtarmanın yolunu arar. Bunu, benzer şekilde daha önce saldırıya uğrayan ceylan da sergiler; ama sadece saldırı anında. Daha önce geçtiği bir yerde saldırıya uğrayan hayvan, bir daha oradan geçmez. Bunun için geçmiş bilgilerden faydalanır. Bizim beynisiz ise sürekli işlemcisi çalışan bir bilgisayardır. Sadece gerektiğinde değil sürekli beta konumundadır. Alarm konumundaki beyin dalgalarının tek sorumlusu korkularımızdır.

Geçmişten beslenen beta konumu, AN’ı yaşamamızı engeller. Tüm öğretilerde bas bas bağırılan “AN’ı yaşayın, AN’da kalın” laflarından artık bıktığınızı umuyorum. Kimse nasıl AN’da kalınacağını söylemez. Beta konumunda olduğumuz sürece asla AN’ı yakalayamayız.

Geçmiş kadar gelecek de bundan nasibini alır. Zira korku beraberinde endişeyi getirir ve hepimizde gelecek endişesi vardır. Midelerimiz problemli, gastrit ve reflü kaçınılmazdır. Yine hayatta kalmaya çalışan hayvanın tehlike anında kaçış planları yapması gibi gün içinde habire planlar yaparak çırpınırız.

Bu ay kirayı nasıl ödeyeceğim? Şu oldu mu, bu bitti mi? Şunu yapmalıyım, bunu etmeliyim! Taksitler? Borçlar? Krediler? Trafik ne durumda? Bir yere yetişme kaygısı. Bir projeyi zamanında teslim edebilme çabası. Şunu aramalıyım, bunu sormalıyım; merak, hesap, kitap, telaş derken hep gelecekteyizdir. AN’ı yaşamaktan bahsedemeyiz. Geçmişi sırtladığımız ve gelecek planlarıyla cebelleştiğimiz bu beta konumu, mutlu olabileceğimiz, huzurlu ve AN’ı yaşayabileceğin bir konum değildir.

İnsan AN’ı yaşayamadığı için bedeninden de uzaklaşır. Nasıl mı? Bedenini dinlemez. Hastalık durumunda aslında beden bizi uyarmaya çalışır. Dinlemez, geçeriz. Sonrasında ise ilerlemiş hastalıklarla karşılaşırız. Bedenimize kulak vermemizi engelleyen şey yine beta konumudur!

Sürekli işlemcisi çalışan beyin, vücudun dinlenme konumuna geçmesine engel olur. Hücreler ise kendilerini sadece vücut dinlenirken yenilerler. Vücut dinlenme esnasında kendi kendini iyileştirir. Alarm durumundaki beta konumunda, kaslar, eklemler ve kemikler sürekli stres altındadır. Bu stresi atabileceğimizi umarak spor salonlarına yazılır, enerjimizi daha da fazla heba ederiz. Enerji üreten değil sürekli enerji harcayan bir mekanizma haline geliriz. Üstelik bu şekilde mevcut beta konumunu daha da fazla perçinleriz.

Hayatta kalmak için tam tehlike anında salgılanan stres hormonları, kısa süreli de olsa hayat kurtarabilir. Ancak böbrek üstü bezleri tarafından gün boyu salgılanan stres hormonları bizi ölüme dek götürebilir. Üstelik beta konumu sakin olabileceğimiz ve sakinliğimizi koruyabileceğimiz bir konum değildir. Zira aslanın yanında sakin kalması ceylanın sonunu getirir. Kendimizi sürekli kurban pozisyonunda konumlandırdığımız günümüz toplumunda ise her an tetikte olma güdüsüyle beta konumuna hapsolup kalırız.

Beta konumunda huzur yoktur. Sürekli kafamızda tilkiler dolaşır. Uyku esnasında sağa sola dönerken ya da üzerimizdeki yorganı çekiştirirken biran için uyanacak olsak, beynimiz hemen problem çözmeye başlar ve “Yav ne güzel uyuyordum, nerden çıktı bu uykusuzluk şimdi?” deriz. Sokakta yürüyen her insan yay gibi gergindir. Beta tam bir yanılsama dünyasıdır. Kendi yarattığımız kurgularda, senaryolarda yaşarız. Seçim ustası olmak yerine kurban bilincinde oluruz.

İzlediğimiz tüm haber kanalları, okuduğumuz tüm gazeteler, seyrettiğimiz tüm diziler bizi beta konumunda tutar. Etrafımızdaki mutsuz ve kötümser insanlar bizi beta konumuna sokar. Kurumsal hayatın stresi bizi betanın dibine çeker. Toplumsal baskı, gelenekler görenekler bizi betadan betaya sokar. Tüm bunların sonucu edindiğimiz korku ve stres artık bize olağan gelmeye başlar. Artık bizim bir parçamızdır. Hatta beta, kendimizi güvenli hissetmeye başladığımız yaşam alanın haline gelir.

Meditasyon

Evet, kaç yazıdır merakla meditasyona giriş yapacak mı bu diye beklediğinizi biliyorum. Bu sefer de anlatmayacağım çünkü henüz hazır değilsiniz. Zira hala beta konumdasınız.

Neden insanlar bir türlü meditasyon yapamaz? Neden hemen sıkılırlar? Asla tahammülleri yoktur. Meditasyonun sakinleştirmesi beklenir ama tam tersi insanı sinir eder. Bitmek bilmez. Sıkıcıdır. Yorucudur. Zamanın yoktur. Zaman kaybıdır. Hemen etkisini görmek istersin, öyle gözle görünür bir özelliği yoktur. Deli saçmasıdır. Gereksizdir. Mantıksızdır. İllaki meditasyon yapamazsın. İki kere iki dörttür.

Beta konumundaki bir insanın meditasyon yapması imkansızdır. Bu yüzden insanlar meditasyon yapamaz. Yukarıda değindiğimiz alarm modundaki, beta konumundaki insanın meditasyona geçmesi beklenemez. Meditasyon sadece derin bir dinginliğe, huzura ve sükûnete ulaşıldığında yapılabilecek bir şeydir. Yıllarca sizi hep kandırdılar. Meditasyon yaparsanız sakinleşir, huzur bulur, mutlu olursunuz diye. Halbuki kimse size meditasyon yapabilmeniz için çok basit ama çok gerekli gerçeği söylemedi. Frekans ayarlarınız yerlerde sürünürken, onu meditasyon yapabileceğiniz frekans boyutuna çekmeniz gerektiğinden kimse bahsetmedi.

Ne mi bu gerçek? Beta konumundan çıkıp ALFA konumuna geçmeniz gerektiği.

Nedir bu alfa konumu? Nasıl geçicez kardeşim?

Sadece tek bir yolu var: Doğru nefes alma tekniği!

Doğru nefes alma tekniğini öğrenmeden hiç birinize meditasyon yapmanızı önermem. Meditasyon hayatınız boyunca yapıp yapabileceğiniz, hiçbir çaba harcamadan, en doğal şekilde uygulayabileceğiniz en kolay tekniktir. Getirisi ise mucizevîdir. İnanılmazdır. Tüm öğretilerin olmazsa olmazıdır. Hangi şifa türünde usta olursanız olun, hangi Uzakdoğu dövüş sporunda en yüksek danlardan birine ulaşırsanız ulaşın, meditasyon hayatınızın bir parçası haline gelmemişse bir hiçsinizdir. Bu yüzden haydi önce nefes almayı öğrenmeye… Önce alfa konumuna ulaşmaya…

İllaki devam edecek…

1 Eylül 2014 Pazartesi

Birey Ruhu 2 - Özgürlük

Bu yazı "Birey Ruhu 1" adlı yazının devamıdır, lütfen önce onu okuyunuz :)

Akıl sır almaz bir kaosun içinde, vahşetlerin, katliamların, alaverelerin, üçkâğıtların, savaşların, yozlaşmanın, peşinde koşulan ideolojilerin, yaptırımların, paranın, dinin, siyasetin, ekonominin getirdiği bilinmeyene giden yolda bitmek bilmez şekilde boşa kürek çeken bizler artık kendi kendimize şunları sormaya başladık: “Peki ne halt edeceğiz? Yaşam dediğimiz bu şey neyin nesi? Berisi var da ötesi var mı?”

Bu sorgulama ihtiyacı içerisinde, kendini boşlukta hisseden pek çoğumuz bir şeylere inanma ihtiyacı duyarak inanca, dine, aidiyet duygusu yaşatan şeylere sarılmıştır. Bir kurtarıcıya, bir ideale, peşinden gidilecek, uğruna savaşılacak, can verilecek şeylere inanmıştır. Bu inanç daima beraberinde şiddeti getirmiştir.

Bilgi bize her zaman armut piş ağzıma düş şeklinde tabakta sunuldu. Sunulan bilgi bizi tatmin ediyor. Verilenlerle yetinen bir hayat sürüyoruz, gerisi boş ve anlamsız. Hayatı bize anlatılanlarla, bizim için çizilen yollarla, dayatılanlarla, korkularla yaşadık.

Gücün, makamın, itibarın, şöhretin, başarının, paranın, saygın olmanın peşinde koşan rekabetçi bir toplum yarattık. Bu yarattığımız ve gurur duyduğumuz şeylerin tümü, içine bakıp da görmek istemediğimiz bu âlem, içinde hep şiddeti, düşmanlığı, korkuyu, ötekileştirmeyi barındırdı. Tek bildiğimiz de bu olduğu için bunun ötesinde bir hayat şekli bizi korkuttu. Bu yüzden de var olana her zamankinden daha sıkı sarılıyoruz.

Bilinmeyen her şeyden korkuyoruz. Yarından korkuyoruz. Ölüm de bir bilinmeyen ve en çok da ondan korkuyoruz. Hayatımız korkudan ibaret. Umutlara yer yok. Gerçeklikten kaçmak üzerine kurulu bir yaşam sürüyoruz. Peki, gerçek ne? Sizi gerçeğe götürecek bir yol yoktur. O şimdidir. Şimdidedir. O zaten yaşayan bir şeydir.

Peki, bu rekabete, şiddete ve korkuya dayalı toplumda bizler buna dur diyebilir miyiz? Bunu ancak şunun idrakine varırsak başarırız: Kim olursak olalım, evrenin neresinde hangi türden bir canlı olursak olalım, hangi kültüre, hangi dine, hangi millete ait olursak olalım, var olan her şeyden ama her şeyden birey olarak bütünüyle biz sorumluyuz.

İçimizde gizliden ya da alenen barındırdığımız saldırganlık, bencillik, milliyetçilik, önyargılar, egolar, idealler, inançlar ve tüm duygulardan ötürü savaşlardan sorumluyuz. Açlıktan sorumluyuz. Karmaşadan sorumluyuz. Tüm bunları idrak ettiğimiz ve birey olduğumuzun farkına vardığımız an harekete geçeceğiz.

Yaşamayan ve şimdide olmayan şeylere giden bir yol elbet vardır çünkü onlar durağandır. Hiçbir ibadethanede bulunmayan, hiçbir öğreticinin, hiçbir kurtarıcının bize yol gösteremeyeceği bir şey olduğunu idrak ettiğimizde biz neysek gerçeğin de o olduğunu anlayacağız. Yeri geldiğinde acı olacağız, yeri geldiğinde sevinç, yeri geldiğinde de şiddetin ta kendisi… Şiddet illa birine uygulanan zulüm değildir. Birine söylediğimiz keskin bir söz, aşağılama, korku yüzünden itaat edişimiz, ülke ya da Tanrı adına yapılan her türlü organize hareket, bize benzemeyenleri ötekileştirme, önyargı, eleştiri, olduğu gibi kabul edememe bunların hepsi şiddettir. Ama hepsi bu değildir. Kendinizi herhangi bir dine mensup, bir partiye ait, bir takımın taraftarı olarak adlandırıp bunu dile getirdiğinizde de şiddet uygulamış oluruz. Çünkü kendimizi diğer insanlardan ayırmış oluruz. Kasıtlı yapmasak da kendimizi diğer insanlardan ayırdığımız için yine de ötekileştirme eyleminde bulunmuş oluruz. Her ne şekilde olursa olsun kendimizi diğer insanlardan ya da canlılardan ayrı tutmaya çalıştığınızda şiddet uygulamış oluruz. Bunu fark eden biri artık hiçbir partiye, millete, dine, ideolojiye ait değildir. O artık sistemin dışındadır. O artık insanı bütünüyle anlamayı başarmıştır. Bunu gerçekten ve gerçekte görmeyi başarmalıyız.

Şimdiye dek olan bitenden hep başkalarını suçladık. Suçlamak korkunun ürünüdür; insana güç verir. Suçlamada bulunan kişi bundan beslenir. Ama aslında suçlamak kendine acımanın değişik bir yoludur.

Anlattıklarım biraz olsun kafanızı karıştırmaya başladı ise bu güzel bir şey. Sorgulama sürecine girdiniz demektir. Sorgulayan zihin “Peki, değişim için ne yapacağımı söyle!” dediğinde bunu pek ciddiye almam.  Zira bunu başkasına soran kişi, alışık olduğundan farklı bir otoritenin iç dünyasına yeni bir çekidüzen getirmesini ister. Artık o otoriteye hürmet edecek, onun yolundan gidecektir. Şimdiye dek üstüne basa basa söylediklerimizin ise hiçbir anlamı kalmayacaktır. Pek çok öğretide ustalar bile otorite sayılmaktan büyük haz duyar; egoları bundan beslenir. Bu yanlıştır. Herhangi bir otorite sizin iç dünyanıza karışamaz ya da müdahale edemez. Dışarıdan gelen bir düzen, düzensizlik yaratmaya mahkûmdur. Aklınız hiç bir otoritenin, arkadaşın, öğretmenin, ustanın, liderin, toplumun, ya da ebeveynin otoritesini yansıtmayacak kadar saf ve gerçek olmalıdır. Değişimin yeni bir otorite yarattığını görebildiğiniz an, otoriteyle olan bağınızı koparmaya yakınlaşırsınız.

Otoriteye geçit vermediğimiz an artık korku denen illeti içimizde barındırmayız. Peki, bunun sonrasında  bizi ne bekler? Asırlardır üzerimizde bir yük olarak taşıdığımız şeyi reddedip ondan kurtulmayı başardığımızda ne olur? En başta özgür oluruz. Özgürlük eşittir sevgi. Korkunun ise zıttıdır sevgidir. Evrende sadece iki his vardır: biri sevgi diğeri ise korku… Sevginin karşıtı öfke ya da nefret diye bilinir ama yanlıştır. Korkudur. Zira öfkeyi de pek çok diğer duyguyu da korku yaratır. O yüzden korkunun yerine sevgiyi koymak gerekir. Sevgi ise ancak özgür insana mahsustur. Özgür olan kişinin kapasitesi artar; daha enerjik olur. Hayat daha yaşanılası bir gerçektir onun için. Her insan, her canlı, doğaya ait her şey onun için birdir, bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi ötekileştirmez.

Özgür olan kimse kendiyle baş başa kalmayı başaran insandır. Kimseden, hiçbir otoriteden yardım beklemediğiniz zaman hayatı keşfetmekte özgürsünüz demektir. Artık hayatın en ufak molekülüne kadar her şeyin farkındasınızdır. Özgürlüğün olduğu yerde sonsuz bir enerji vardır. Özgürlüğün olduğu yerde hata yapılmaz. Hata diye bir şey yoktur zira. Doğru ya da yanlış yoktur. Özgürlük bir isyan, bir başkaldırı değildir. Korkusuz, özgür bir zihin en büyük sevgiyi hisseder ve içi büyük bir sevgiyle dolu insanın hayatında yapamayacağı hiçbir şey yoktur.


Herhangi bir görüşe, ideolojiye, inanca, değerlere takılıp kalmış bir zihin özgür sayılamaz. Bu zihnin canlı olduğu da söylenemez. Zihni canlı olmayan bir kişinin kendisi de canlı değildir. Sadece ve sadece kendinizle baş başa kalmayı, kendinizle yaşamayı becerebiliyorsanız, kendinizin ne kadar taze ve canlı bir varlık olduğunu fark edebiliyorsanız, o zaman gerçekten özgür ve mutlusunuzdur. Özgür bir zihinle her şeyi yapabilirsiniz. Taraf tutan, laf yetiştiren, dedikodu yapan, eleştiren, yargılayan, olmadık şeyler düşünen, durmadan işlemcisi yanarcasına çalışan zihin değil, sadece anlamak için takip eden bir zihinden bahsediyorum. Suyun güzelliğini, rüzgârın serinliğini, güneşin sıcaklığını, öten kuşun sesini kendi varlığımızla takip etmeyi becermekten bahsediyorum. Farkındalıktan bahsediyorum.

Çinliler “En karmaşık sorunların en basit çözümü vardır” derler. Bir şeye basit bir şekilde bakmak bizim yapamadığımız bir şeydir. Zihinlerimiz karmaşık olmayı sever. Bundan besler ve beslenir. Bu yüzden basit olmayı, basitliği unutmuş durumdayız. Paçavralar giyip basit yaşamaktan, yemeden içmeden kesilip inziva hayat sürmekten bahsetmiyorum. Eziyete dayalı şeyler basitlik değildir. Benim bahsettiğim açık olmak, saf olmak. Hiçbir çarpıtma olmadan karşındakine doğruları söyleyebilmeyi, olayları kendimiz gerçekte nasıl isek o şekilde olduğu gibi en gerçek haliyle görebilmeyi, bir şeylerden kaçıp uzaklaşmak yerine özgür gözlerle bakabilmeyi başardığımızda bizim için her şey en yeni şeydir. Basit olmak şartlandırmadan ve şartlandırılmaktan arınmaktır. Asırlardır inançlarımız, toplum, sınıf, gelenek, din, ekonomi, ideolojiler, dostlar, aile, deneyimler, yeme-içme alışkanlıkları, sanat, bilim, dil ve eğitim gibi şeyler tarafından şartlandırıldık. Bu yüzden herhangi bir soruna karşı verdiğimiz tepki de hep şartlandırılmış oluyor.

Bir kuş görürsünüz? Bu martı, serçe, yalıçapkını dersiniz. Ağaca bakarsınız, ismini hatırlamaya çalışırsınız. Ağaca verdiğiniz ad sizi şartlandırmıştır, gerçekte ağacı görmenizi engeller. Ağaçla iletişim kurmanın yolu ona dokunup hissetmek, titreşimlerinizi dengelemektir. İnsanlarla olan tüm ilişkilerimiz birbirimiz hakkında yarattığımız imgelere dayanır; buna yanılsama da diyebilirsiniz. Gerçekte ilişkiler birbirimiz hakkında yarattığımız yanılsamalar arasındadır,  iki kişi arasında değil. Üstelik biz hep bu yanılsamaları besler ve güçlendiririz. Fikirler, semboller ve teorilerin havada uçuştuğu sanal bir dünyada yaşıyoruz. İlişkiler, mal mülk, maddiyat, her şey bu yanılsama üzerine kurulu. Tüm şartlandırılmışlıkların farkına vardığınızda kendinizi koca bir hapishanede, geçmişte, ölülerle beraber yaşadığınızı hissedersiniz. Bu da sizin özgür kalma isteğinizi tetikler.

Gençler sürekli topluma karşı isyan halindedir. Eski nesilden çoğu kişi bunu iyi bir şey olarak görür. İsyan özgürlük değildir. İsyan bir tepkidir. Bir şeye isyan ettiğinizde ondan daha farklı başka bir otoritenin arayışına girersiniz. Bazen sırf mevcut olandan kurtulmak için yaparsınız bunu. Bazen aslında sevdiğinizi cezalandırmaktır bu. Sadece şablon değişikliğidir isyan. Eskiyi alır yeni bir kalıba sokarsınız. Sanırsınız ki değişim oldu. Özgürlük değildir bu. Özgürlük farkındalığın en üst noktaya eriştiği noktada gelir. Her şeyi en net şekilde görmeyi başardığınızda harekete geçersiniz. Görmek eşittir harekete geçmek. Harekete geçmek anlıktır. O esnada zihin çalışmaz: tartışma yoktur, felsefe yoktur, deneyim yoktur, “Birilerine danışayım” düşüncesi yoktur, tereddüt yoktur. Gördüğün an harekete geçersin ve özgür olursun.

Özgür olmak bir şeyden kurtulmak değildir, özgürlük hissidir. Herhangi bir şeyi yapabilme özgürlüğüdür. Bunu ancak yalnızlığı başarabilmiş kişiler başarabilir. Ancak günümüz toplumunda içinde liderlik, gelenek, görenek, töre ve otoriteye yer olmayan bir yalnızlığa kaçımız hazırız?

Ölümden korkuyoruz, bu yüzden yaşama sarılıyoruz. Ölümle yaşam arasındaki mesafe korkudur. Ölümden korkarsın; yaşamın içinde her gün aynı hakaretlere, işkenceye, sıkıntıya, kedere maruz kalmayı tercih edersin. Ölüm ise aslında tüm bu dertlere son verecek bir kurtuluş sayılabilir. Ama yine de korkarsın. Çünkü ölüm bir bilinmeyendir ve bilinmeyene karşı olan korkun seni daha çok maddiyata, eşyalara, eve, arabaya, makama, şöhrete, ilişkiye, maaşını aldığın işe bağlar. Yarattığımız şablonlara ve yanılsamalara daha çok sahip çıkarız. Yaşayabilmeniz için ölmeniz şarttır. Burada bahsi geçen ölüm ise sizin içinizdeki siz olmanızı, birey olmanızı engelleyen her şeyi hayatınızdan çıkarıp özgürleşmenizdir.

Korku beraberinde kendini güvende hissetme ihtiyacını doğurur. Bu yüzden maaşlı işlerimize sıkı sıkıya bağlanırız. Bir dolu borcun harcın altına gireriz. Borçlanmak işe olan sadakati daha çok artırır. Para kazanmak sürekliliği olması gereken bir eylemdir. Kendini güvende hissetme ihtiyacından ilişkiler doğar. Hayatında biri olması sana güven verir. Ona dayarsın sırtını. Sonra her şeyden onu sorumlu tutarsın, o ayrı, ama senin vazgeçilmezindir o. Güven arayışı daima tam aksine güvensizliğe davetiye çıkarır. Her ilişkide güven aranır. Ama her ilişkiyi yıkan da yine güvensizliktir. Sevmenin ve sevilmenin verdiği güvene sığınırız. Ancak sevilmiyoruz çünkü sevmeyi bilmiyoruz. Eşinizi sevdiğinizi söylersiniz. İlişki size güven verir. Eşiniz size bedenini sunar, duygularınızı paylaşır, size destek verir. Ona ihtiyaç duyarsınız, çocuklarınıza bakar, güven ortamı kurar. Sonra bir bakarsınız artık sizi sevmez, sizi terk eder. O andan itibaren “Suratını şeytan görsün” havasına girersiniz. Sevginin yerini kıskançlık, nefret, hazımsızlık alır. Ne oldu “Sensiz yapamam edemem; öl de öleyim” havalarına? “Benim olduğun, isteklerimi karşıladığın sürece seni seviyorum ama karşılamadığın zaman senden nefret ediyorum.” Kendinizi karşınızdakinden ayrı hissettiğiniz ve gördüğünüz sürece ortada sevgi diye bir şey yoktur. Başa dönecek olursak ilişkilerde de ötekileştirme vardır. Sevginin ne olduğunu bilirseniz tamamen ikiniz de özgür olursunuz. İkiniz de özgür olursanız o zaman en saf halinizle seversiniz. Sevgi kalp işidir. Zihinle alakası olamaz. Düşünceler geçmişe aittir, şimdiye ait değildir. Kıskançlık gibi duygular geçmişin ürünüdür. Sevgi daima şimdidedir. Şimdiye aittir. Sevgide itaat yoktur. Sevgide saygı ya da saygısızlık yoktur. Nefret, kıskançlık, öfke olmadan, ne yaptığına ya da ne düşündüğüne karışmak istemeden, eleştirmeden, yargılamadan, kıyaslamadan, tüm kalbinizle, bütün vücudunuzla, tüm zihninizle kendinizi o sevgiye teslim ettiğiniz zaman hem özgürsünüzdür hem de özgür bırakmışsınızdır. Görev icabı sürdürülen, içinde sorumluluklar ve yapılması ve uyulması gereken kurallar olan ilişkiler insanı esir etmekten öteye geçmez. Bu tarz bir hayatı aslında kimse istemez. Sadece katlanma vardır. Bu da yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir.

Tanrıyı sevmek, vatanı sevmek, şarkıcıyı sevmek, kitabı ya da yazarı sevmek, şunu bunu yapmayı sevmek… Sevgi herkes tarafından yorumlanıp dile getirilir. Bize düşen, otoritenin tanımladığı şekliyle değil, bize uyan şekliyle sevgiyi bulmaktır. Bize belletilen kalıplara, şablonlara takılıp kalmadan, sevginin ne olduğunu kendi başıma öğrenmek istiyorum.

Gelişmişlik adı altında şehirlerimiz gittikçe daha da büyüyor; insanlar virüs gibi çoğalıyor, kalabalık apartmanlarda birbirlerinden bihaber yaşıyorlar. Akşamları yıldızları, sabahları güneşin doğuşunu seyretmekten acizler. Buna vakitleri yok! Güzel olan her şeyle bağlarımızı gittikçe yitiriyoruz. Doğayla bağını koparan insan ırkı kendini zihnine hapsediyor. Sadece zihinle alakalı işler yapmaya başlıyor. Teknolojinin esiri oluyor, televizyon izleyip uyuşuyor, modern köleler şeklinde çalışıyor. Bunların içinde yaptığımız belki  de en güzel şeyler kitap okumak, konsere ya da tiyatroya gitmektir. Ama onlar bile doğadan kopuk yaşadığımız gerçeğini değiştirmiyor çünkü yarattığımız yanılsamaları güçlendirmeye alet oluyorlar.

Peki, tüm bunları aşıp özgür bir zihne nasıl kavuşacağız? Yazının başından bu yana üzerinde durduğumuz kişisel devrimimizi gerçekleştirip birey ruhunu yakalamayı nasıl başaracağız? Her şeyin farkında olan, son derece uyanık bir zihne nasıl sahip olacağız? Hayatın bir bütün olduğunu nasıl idrak edip deneyimleyeceğiz? Tek yolu var: Meditasyon! Meditasyon! Meditasyon!

Not: Devamı gelebilir. “Her yazında çözüm olarak meditasyon deyip deyip meditasyon hakkında bir şey söylemeden kesiyorsun” diyenleri duyar gibiyim. Onun da vakti gelecek. Hem size bir yol gösterecek olmam zaten yazının ruhuna aykırı olur:)

Birey Ruhu 1 - Korku

Bir düşünüz olsun. Bir uğraşınız, hobiniz, severek yapacağınız, peşinden koşacağınız bir şey. Bir amacınız olsun…

Amaçları veya düşlerinin önündeki en büyük engel olarak eşlerini, çocuklarını ya da ebeveynlerini görenlere sesleniyorum! Bundan daha kötü bir bahane, daha büyük bir suçlama olamaz! Bunun vebali hep üzerinizde olacak.

“Ben de şunu yapmak isterim, şuraya gitmek isterim ama çocuklardan bir şey yapamıyorum”; “Şekerim, oraya gitmek için önce eşimi ikna etmem lazım; hayatta sıcak bakmaz”; “Özgür olup dünyayı dolaşmak isterim ama bakmak zorunda olduğum bir ailem var”; “Tedavi için Çin’e gitmem lazım ama çocuklarımı ve ailemi bırakıp da gidemem”; “Hiç vaktim yok, düzenli çigong yapamam” vs. vs…

Eğer bunların suçunu ailenize ve sevdiklerinize atıyorsanız asıl suçlu sizsiniz, unutmayın.

Eğer birey olmayı unuttuysanız bu ailenizin, toplumun ya da sistemin suçu değil tamamen sizin suçunuz. Zira bunların olmasına izin veren sizsiniz. Etrafınızda varolan her şey sizden çıkan yansımalar, sizin yarattığınız şeyler.

Üstelik ailenizdeki herhangi birinin düşlerinin peşinden koşmasına engel olan sizseniz, iki kere suçlusunuz! Kendinize de sevdiğinize de nefes alacak alan bırakmıyorsunuz demektir.

Günü kurtaran aileler, pişman olunan evlilikler, külfet gelen çocuklar, köstek olan ana babalar, elini kolunu bağlayan işler… Bahaneniz bol, suçlanacak insan çok.

Sistem hepimizin “birey” olmaktan uzaklaşması üzerine kurulu. Kurumsal yapılarla birey olmanız engelleniyor, hayallerinizin peşinden koşmanız imkânsız hale getiriliyor. Evlilik de kurumsal bir yapı ve sistem için bundan daha güzel bir meşgul etme sanatı ve büyük bir rant kapısı olamaz. Bu yüzden evlilik hafife alınacak bir yapı değildir. Gerçekten birbirlerinin birey olmasına saygı gösterecek kişilerin bir araya gelebileceği bir yapı olmalıdır. Yalnızca seven kişi özgür olabilir ve sadece özgür kişi sevebilir. Sorumluluklar ve fedakârlıklar üzerine kurulu, külfetli aile yapılarına artık son verilmelidir. Pek çok aile çocuklarını yatırım aracı olarak görür. Yaşlandıklarında onlara bakacak bir yatırım. Bu yanlıştır. Bir çocuğu doğurmuş olmanız, tüm hayatı boyunca ona sahip olacağınız ve hayatını istediğiniz gibi yönlendirebileceğiniz anlamına gelmez. Üstelik ona size bakmak gibi bir sorumluluk yüklemek de beklentilerin en acımasızıdır. Onun peşinde koşacağı hayalleri, düşleri, amaçları olmalı.

Amaçları ve düşleri olmayan, kalabalık içinde yalnızlık yaşayan insanların olduğu bir toplumun içindeyiz. Çok yakın bir arkadaşımın unutamadığım bir paylaşımı var: Yurt dışında bir burs kazanıyor; herkesin elde edemeyeceği bir fırsat. Ancak babası şöyle diyor:”Evladım biz artık yaşlandık, bize bir şey olursa oralar çok uzak; bize yakın ol”. Arkadaşımın bana söylediği ise şu: “Babam öldüğünde İstanbul trafiğinde yanına ulaşmam 3 saatimi aldı ve hiçbir şey yapamadım.”  Kendi hayallerimizle beraber sevdiklerimizin hayallerini de öldürmeye hiç hakkımız yok. Hiç bir insanın başka bir insan üzerinde hak iddia etme ve onun hayallerini yok etme lüksü yoktur. Herkes birey olarak kendinden sorumludur.

Çocukluklarını yaşamasına izin vermediğiniz küçük dostlarımızı, kendi hayalleriniz üzerinden yönlendirmeye çalışıyorsunuz. Kendi içinizde kalan ukdeleri onlar üzerinde deneme tahtasına çeviriyorsunuz: Okulda çok başarılı olsun, piyano da çalsın, şunu da yapsın, bunu da yapsın… Çocuk bir nefes alamadan akşamın bir vakti eve gelip ödev denen yüzyılımızın en saçma, en külfetli, en ağır işini yapıyor saatlerce. Vakti kalırsa yok piyanoymuş yok bilmem neymiş onlarla uğraşıyor. Sonra da yatıyor. Sabahın köründe kalkıp servise yetişebilmek için. Çoğu doğru dürüst kahvaltı bile edemiyor. Ne hafta sonu var, ne de tatili. Bildiğin ağır işçi…

Evlerinize televizyon alıp ücretli uydu kanallarına bağlanıyorsunuz. Bunların içinde pek çok çocuk kanalı var. Bunlardan birini açıp çocuğunuzun uyuşturucu almış gibi TV karşısında kilitlenmesini sağlıyorsunuz. Bunda çıkarınız çok. Çocuk televizyon karşısında kilitlenirse size abuk subuk sorular soramaz, ortalıkta koşuşturup size rahatsızlık veremez, onla ilgilenmek zorunda kalmazsınız. Sonra ellerine akıllı telefonlar, bilgisayarlar verirsiniz. Uyuşturucunun dozunu artırmış olursunuz. Sonra da eve misafir geldiğinde bütün gün elinden bırakmıyor diye sitem edersiniz.

Çocuklarınızla ilgilenmek istememe haliniz onları anaokullarına, kreşlere, eve alınan bakıcılara emanet etmenize dek ilerler. Bunu da birbirinize ballandıra ballandıra anlatır, aman da orda ne kadar güzel eğitim verdiklerinden bahseder, bunu toplum için de bir rant haline getirirsiniz. Aileler birbirleriyle rekabet içine girer. Göndermese ayıplanacağını düşünmeye başlar. El âlem ne der? Kendi çocuğuna değer vermiyor der sonra… Çoğu arkadaşımın sadece anaokuluna verdikleri para, benim bir sene boyunca kazanamayacağım miktarda olabiliyor. Ayıp, örnek teşkil ettiğinde herkese ve her yere sıçramaya başlıyor.

Çocukluğunu yaşamasına izin vermediğiniz halde kalkıp kendi aranızda “Biz çocukluğumuzda çelik çomak, saklambaç, meşe filan oynardık” diye de nostalji yapmayı unutmuyorsunuz.

“Güvenlik” adı altında sokağa salmadığınız çocukları, önlerine bilgisayar koyarak ya da televizyon açarak “ev hapsine” almayı tercih ediyorsunuz. Börtü böcek nedir, dalından meyve koparmak nasıl bir şey, toprağa çıplak ayak basmak, koşturmak nasıl bir his, diğer çocuklarla ırk, dil, din, sınıf farkı gözetmeksizin oynamak nasıl bir şey bilmeden evde bunalıma girmeye aday asosyal çocuklar yetiştiriyoruz. Çünkü dışarıya salmak çok tehlikeli. Haberlerde bir dolu çocuk kaçırma vakası yayınlanıyor. O izlediğiniz haberler korku toplumu yaratmak üzerine kurulu sistemin bir parçası. İzlediğiniz ve pirim verdiğiniz sürece de amaçlarına her daim ulaşacaklar. Belli zamanlar seçerler, birkaç ay içerisinde paso çocuk kaçırma haberleri yayınlanır. Korkudan evlerinize sinersiniz. Deseler ki çocuklara artık çip takacağız, bundan böyle nerde nasıl olduklarını uzaktan bileceksiniz, bodoslama atlarsınız. Amaçları inanın ilerde bunu da mümkün kılmak. Zira uzaktan kontrol edecek ya da sistemi kapatacak bundan daha güzel bir fırsat veremezsiniz ellerine.

Çocukluğunu yaşamasına izin vermediğiniz bu küçük bireyler bilinçaltlarında size ve topluma karşı bastırılmış duygularla büyümeye devam ediyor.

Eğitim denilen ve günümüzün en tehlikeli kurumlarından biri olan yozlaşmış sistem insanlığı yok etmekle meşgul. İnsanlığa hizmet ettiklerini sanıyorlar ama kendilerini aldatıyorlar. Matematikten daha fazla anlarken müzikten, resimden, sanattan daha fazla uzaklaşıyoruz. Mantığı anlarken sevgiden uzaklaşıyoruz. Üstelik buna gitgide daha da alışıyoruz. Yaratıcılığın yerini üretim aldı. Ne kadar üretirsen o kadar başarılısın. Üretimle zenginleştiğini sananlar içsel olarak fakirleşmeye devam ediyor.

Spor çocukların hayatında gereksiz bir vakit kaybı artık. Güzel havalarda önlerine top atıp geçen beden dersleri, soğuk ve yağışlı havalarda büyük bir yüzdesinde spor salonu olmayan okullarda, sınıflarda din eğitimi verilerek ya da bomboş geçiriliyor. Çocuk spor yapmak istese bile öncelik, kısaltmalarına artık anlam veremediğim bir takım sınavlar için yarış atı gibi hazırlanmalarına veriliyor. Kaldı ki çocuğa spor şansı verilse bile hangi sporu seçeceği konusunda ana baba tarafından pek şans tanınmıyor. Daha çok kendi istekleri ve egoları doğrultusunda, kendi zamanlarında başarılı oldukları ya da içlerinde ukde kalan sporlara yazdırılıyorlar. Spor ancak üniversite yıllarında ailesinden uzak kalarak özgürlüğü tatmaya başlayan ya da işe başladığında parasıyla spor merkezlerine üye olanların tadabileceği bir şey halini alıyor.

Kurumsal yapılara gelince… Çalıştığımız şirketler insanların birbirini meşgul etmesi üzerine kurulu bir sistemin ürünü. Modern kölelerin çalıştığı yerler. Para harcama lüksünüz, özgür birer birey olduğunuzu sanmanızı sağlayarak sizleri kandırıyor. Danışmanlık şirketleri tarafından üretilen “takım ruhu” çalışmaları, şirketin başarısını artırmayı değil sizlerin birey olmaktan uzaklaştırılmasını hedefliyor. Birey olduğunu unutan ya da bundan fedakarlık eden herkes takım ruhuna daha yatkın oluyor. Birey olduğunu idrak edenler ise asi, geçimsiz, uyumsuz, şirket ya da takım ruhuna ayak uyduramayan, yıldırma politikasıyla derhal aramızdan uzaklaştırılması gereken tipler haline dönüşüyor.

Kurumlar insanları plan yapmaya iter. Plan yapmak ise sana şimdiyi unutturur. Anda kalmanı engeller. Onun arkasına sığınarak yaşamana neden olur. Plan yapıp ona inandığında gerçek dünyadan uzaklaşırsın. Gerçek plan andadır. Anı kendi bütünlüğü içinde yaşamayı başarırsan her şey zaten çoktan senin için planlanmış olur.”Tanrıyı güldürmek istiyorsan plan yapmaya devam et.”

İnsanlar kurumlara, partilere, ideolojik gruplara, taraftarı oldukları takımlara, dernek vb. topluluklara katılmaları sağlanarak aidiyet duygusuyla daha fazla birey olmaktan uzaklaştırılıyorlar.

Herkes hipnoz halinde. Sürü psikolojisi amacına ulaşıyor…

Bu oyunu bir kez idrak ettikten sonra artık onun bir parçası olamazsın. Var olmadığını fark etmeyi başardığın an var olursun. Bir rolden ancak o rolü mükemmel oynadığın zaman özgürleşirsin. Kendinizi gözlemleyin. Eğer titreşimlerinizi yükseltmeyi başarabilirseniz, tüm sıkıntıların, bölünmüşlüğün, savaşın, açlığın, sefaletin yerini güzelliğin ve gerçeğin ta kendisinin yer aldığı bir frekansın ortaya çıktığını göreceksiniz.

Korku en iyi bildiğimiz ve arkasına sığındığımız, bizi yöneten tek şey.
Ancak düşleri olan, içinde sevgiyi var edenler korkuyu alt edebilir. İnsanlığın her şeyin üzerinde putlaştırdığı tek şey korkudur. Bir maaşın seni koruyabileceğine ve güvende olmanı sağlayabileceğine inandıran tek şey yine korkudur. Her türlü bağımlılık birer korkudur. Yaratılmak istenen de korku toplumudur. Bu yüzden sizi bir şeylere bağımlı kılacak her türlü silaha başvururlar. Korku, ancak sen korkacak bir şey olmadığını fark ettiğinde yok olacaktır.


Dünya sen ne isen odur. Dünya bir cennet de olabilir, cehennem de. Hangisini seçip yaratacağın tamamen sana bağlı. Dıştaki dünyanın koşulları sizi mutsuz edemez, ama sizin içteki mutluluğunuz tüm dünyayı değiştirecek güçtedir. Dünyayı bizim dünya görüşümüz yaratır. Dünya tam da senin düşlediğin gibidir. İçteki neyse dıştaki de odur. Tüm felaketlerin, açlık ve sefaletin tek sorumlusu sadece biziz. Özüne dönüp bir birey olduğunu idrak ettiğinde ve bir bütün olduğuna inandığında ise dünya sonsuza dek iyileşecektir. Bizden başka kaderimizi etkileyebilecek bir kuvvet yoktur. Karşımıza çıkan her türlü olay bir şekilde bizim onayımızı alır da çıkar. Dışarıdan geldiğine inandığımız her şeyin başlangıç noktası içimizdedir.

Çözümler sorunlarla aynı düzlemde değildir. Bu yüzden hep aynı şeyleri yaparak fark yaratabileceğiniz fikrinden uzaklaşın artık. Kendini değiştirmek önce kendinden kurtulmakla başlar. Bunun için sadece ve sadece kendinden yardım alacak ve bireysel devrimini gerçekleştireceksin. Bu, seven ve düşleyen insanın zaferidir.

Başa dönecek olursak, bir amacınız olsun; düşleyen, arzulayan, kendi istekleri olan bireyler olun. Beden-zihin-ruh bütünlüğü için olmazsa olmaz tek çözüm var: MEDİTASYON. İçinize dönün, her şeyin cevabı orada…

Not: Editörüm bayram tatili dolayısıyla sıkıştırdığı için burada kesiyorum:) bu yazı devam edebilir…