20 Ağustos 2015 Perşembe

Sağ Beyni Al Sola Vur!

- Sen sol beyinli misin, sağ beyinli mi abi?
- Beyinsizim ben kardeşim!
Şehir efsanelerinden biridir sağ beyinli yada sol beyinli olmak. Yeterince ayrımcılık ve ötekileştirme yapılıyor olması yetmezmiş gibi,kişisel gelişim altında insanların kişilikleri sağ beyinli yada sol beyinli oluşlarına göre değerlendirilir.
Sol beyin analitik düşünce, sağ beyin yaratıcı sanatsal kişilik...
Bu varsayımın 200 sene önce ortaya atıldığını hesaba katarsak o zamanlar değerli bir bilgi sayılabilirmiş. Ancak bilim hızla ilerliyor ve özellikle neuro-bilim dalındaki son gelişmeler bizleri pek çok yeni şeyle tanıştırıyor.
Sağ Beyin mi Sol Beyin mi baskın?
Beynin iki yarım küresi vardır. Bu ikisi birbirinin yansıması değildir, yani aynı değildir. Hem fonksiyonel olarak hem de şekil olarak asimetrik yapıya sahiptirler. Bu iki yarımküre birbiriyle “corpus callosum” denen sinir ağlarıyla iletişime geçerler.
1880’li yıllarda, kürelerden birinde meydana gelecek bir hasarın beyin fonskiyonlarında ve davranış şekillerinde ciddi bozulmalara yol açtığı gözlemlenmiş. Dil öğrenme gibi kabiliyetler sol beyinde gözlemlenirken, daha ruhani işler sağ beyinde dönüyormuş. 1960’lı yıllarda beyin ameliyatları yapılmaya başlandığında, küreler fiziksel olarak ayrı ayrı incelenmeye başlanmış. Her bir kürenin belli alanlarda daha dominant olduğu görülmüş. Sağ taraf müzik, sanat, görsel imgeleme, yüz tanıma gibi şeylerde baskın iken; sol taraf mantık, problem çözme ve hesap işlerinde baskın olmuş. Bunu ilk gözlemleyen bilim adamı Richard Sperry, Nobel Ödülü'ne layık görülmüş.
Sağ beyin-Sol beyin baskın olma durumu daha sonra kişilik analizine kadar gitmiş. Sağ beyne sahip kişilikler daha yaratıcı, etkileyici, duygusal, sezgisel, duyarlı ve sanatsal iken; sol beyinli kişilik mantıklı, analitik, matematik ve bilim alanında daha başarılı olarak saptanmış.
Bilim, şu anda geldiği noktada bu şehir efsanesini çürütmüş durumdadır. Belki de bilim adamlarının hepsinin sol beyinli olmasından kaynaklanıyor olabilir, bilemem. Beyin tarama cihazları ve son teknolojik çalışmalar, iletişimi sağlayan sinirsel ağların her iki yarım küre arasındaki ileşimi mükemmel sağladığını ve her iki yarım kürenin de birbiri ile koordinasyon içinde çalıştığını göstermiştir. Örneğin daha önce sol beyne ait olduğu söylenen dil öğrenme kabiliyeti hiçbir küreye ait bulunmamıştır. Dil öğreniminde her iki küre de iş birliği içinde çalışmıştır. Sol beyin gramer ve telafuz üzerinde çalışırken, sağ beyin tonlama ve ses uyumu üzerine odaklanır. Bazı insanlar elbet dil konusunda diğerlerinden daha iyi olabilir ama bu onların sol beyinlerinin daha baskın olduğu anlamına gelmez. Dil becerisi her iki tarafın da mükemmel işbirliğiyle ortaya çıkar: Yin Yang.
Bilim adamları son teknoloji ile beynin 7000 ayrı bölgesini taramayı başarmışlar ancak sağ yada sol beynin baskın olduğu hiçbir deneğe rastlamamışlardır. Buldukları şey ise, yapılacak göreve göre beynin her iki tarafının da işbirliği içinde çalıştığı olmuş.
Elbette bilim adamları bunu ne kadar ispatlasa da kimsenin buna inanmaya ihtiyacı var gibi gözükmüyor. Belki de başarılı yada başarısız olukları alanları bu şekilde övmek yada örtmek işlerine geliyordur. Yüzlerce senedir inanılan şeyin bir anda çürümesi bu konuda şimdiye dek yazılan çizilen şeylerin de hiçe sayılması demektir. Bu ne yazanın ne de okuyup inananın hemen işine gelmez. Yaşadığımız dünyaya adapte olmanın yolu bir şeylere inanmaktan geçiyor. Bu yüzden günlük yıldız falları ve kişilik testleri her zaman revaçta oluyor.
Sadece bazı alanlarda iyi olduğunuza inanmak sadece kendinizi tatmin etmeye yarar. Bu diğer insanlara da sağ yada sol beyin aynasından bakmamıza yol açar.
O zaman deriz ki bütün ressamların matematiği kötüdür, yada bütün mühendisler sanat fukarasıdır. Elbette bu doğru değildir. Leonarda olsun, Einstein olsun, her iki beyni de mükemmel ve uyum içinde kullanan insanlardı.
Meditasyon ve Qigong gibi çalışmalarda kullanılan ses tonlamaları beynin her iki yarım küresini titreştirerek aradaki sinirsel dokuların gelişmesini sağlar. Bu sayede her iki yarım küre de çevrimiçi (online) olarak birbiriyle mükemmel bir iletişim kurmaya başlar. Bunun amacı yukarıdaki tüm tartışmalara son verip sağ-sol beyin dengesini kurmaktır.  Bu denge Yin Yang dengesidir. Beyinde 15 milyardan fazla hücre bulunmaktadır ve biz aciz kullar bunun maksimum sadece %10’unu yada %15’ini kullanabiliyoruz. Herkes geri kalan %90’a birgün nasıl erişileceğinin derdinde... Potansiyel kullanıma hazır ama hiç kullanılmayan bu kısım işte bu  denge sayesinde kullanıma hazır hale geliyor.
Frekans ayarlarınız değişip arttıkça titreşimler her iki yarım kürenin de gelişmesini ve daha önce kullanmadığınız yüzdeleri yavaş yavaş kullanmanıza olanak sağlıyor. Sezgisel güçlerinizde artış, şifa, telepati vb doğa üstü sayılabilecek birtakım yetenekler tüm insanlar için sıradan günlük şeyler haline gelebiliyor. İnsanlar arasındaki iletişim sorunları ortadan kalkıyor. Bizi ayıran, ötekileştiren her türlü öğe teker teker ortadan kalkmaya başlıyor. Beden-zihin-ruh dengesini kurmayı başardığınızda ise sadece insanları değil, var olan herşeyi koşulsuz sevmeyi öğreniyorsunuz. Doğanın da, tüm diğer canlıların da sizinle BİR olduğunu idrak edebiliyorsunuza. O zaman kendiniz de dahil herşeyin illuzyon olduğu gerçeğini korkmadan algılayabiliyorsunuz. O zaman gerçekten “kaşık yok” oluyor.
Dengeyi kurmaya başladıkça, daha önce tek tarafta daha iyi olduğunuz yeteneğinizi artık diğer taraftaki yeteneklerinizle de birleştirmeye başlıyorsunuz. Yalnız bir matematik dehası değil, aynı zamanda kendini en etkileyici biçimde ifade etmeyi başaran bir gönül adamı da olmayı başarabiliyorsunuz. O zaman sağ sol beyin karmaşası ortadan kalkıyor.
Bizler ne sağ beyinli, ne de sol beyinli insanlarız.
Tam beyinli insanlarız.

Zaman Sizi Öldürüyor!

Zaman ve tüm ölçü birimlerine ait rakamlar evrenin sonsuzluğunu unutturmak için uydurulmuş kodlamalardır.

Hepimiz sabah kurduğumuz saatte kalkarız. Kimimiz alarmı kalkacağı saatten yarım saat öncesine kurar ve her 5-10 dakikada bir “ertele” tuşuna basarak mazoşistçe bir başlangıç yapar sabaha. Çocukların ya da işe gidenlerin her sabah aynı saatte kalkan servisleri sabittir. Çocukların okula başlama saati, büyüklerin işe giriş saati önceden belirlenmiştir. Hatta psikopat işyerleri bunu kontrol altında tutmak için kart bastırır. Toplantı saatleriniz vardır; yemeğe çıkma saatiniz vardır. Acıktığınız için değil, yemek vakti olduğu için çıkarsınız yemeğe. Şartlandığınız için artık zaten bu saatte acıkmaya başlarsınız; halbuki daha 1 saat önce şirketin beleş kahvaltı hizmetini ve onlarca çay kahveyi sömürmüşsünüzdür. Bedeninizi değil, zamanı dinlersiniz. Kimi şirketlerde çay, kahve hatta sigara molaları bile zamana tabidir. İşten çıkış saatiniz bellidir. Aynı saatlerde binlerce kişi köprü trafiği sefaleti çeker. Akşam yemeği adı üstünde akşam yenir. Haberler hep aynı saattedir. Tavuk gibi yatmamış olmak için hep saate endeksli oturursunuz gecenin bir yarısına kadar. Uykunuzun gelmesi önemli değildir. Bir kez daha bedeninizi değil zamanı dinlersiniz. Kumarhanede hep kasa kazanır misali yine zaman kazanmıştır.

Her şeyin bir zamanı vardır. Büyümenin, ağabey olmanın, abla olmanın… 18 yaşına gelmek için can atar gençlik. Zira tüm kurallar bunun üstüne kuruludur. Bu yaşa eriştiğinde her şeyi yapabilecek kadar özgür olacağını sanır gariplerim; boşu boşuna bedenler çabucak büyüsün istenir. Çocuklukları yaşatılmaz onlara. Çocukluğunu yaşayamayan zavallı beyinler, çocukları kodlayarak biran önce büyümelerini sağlarlar. Kodlanan bedenler “zaman” içinde büyümeye ve ölmeye programlıdır. “Zamanında” evlenemeyenler evde kalmıştır. Askere gidişin zamanı vardır. Zamansız öten horoz kesilir.

Yaş günleri, yılbaşları, yıldönümleri, sevgililer günü, anneler babalar günü gibi özel günler, kandiller, bayramlar seyranlar.. Hepsi uyulması gereken kodlanmış programın öğeleridir. Zaman sizi çatır çatır yönetir. Bazen geçmek bilmez, bazen de dur durak tanımaz zaman.

Seyrettiğiniz tüm filmler, diziler, okuduğunuz her yapıt, dinlediğiniz parça sözleri sizi programlayıp büyümek, yaşlanmak ve ölmek üzerine programlar. Bir gün yaşlanacağınıza inanarak büyürseniz elbette yaşlanırsınız, çünkü içinde barındığınız bedeni buna programlarsınız. Beden de ona göre şekillenmeye ve evrimleşmeye başlar. Tüm dizilerde ve filmlerde illa ki bir cenaze sahnesi olmazsa olmazdır. Dikkat edin. Bu sizleri ölüme programlar. “Herkes ölümü tadacaktır” yazar mezarlıkların üzerinde. Vekillerden biri emeklilere müjde verir, “Zincirlikuyu Mezarlığı’nı genişletiyoruz” diye.
Biyolojik saatinizi programlayabildiğinizde saat kurmanıza gerek olmadan her sabh aynı saatte kalkmaya başlarsınız. 3-5 kadın bir arada yaşamaya başladığında, bir süre sonra hepsinin adet dönemleri aynı zamana denk gelmeye başlar. Bunun nedeni titreşimlerin birbirine uyumlanmasıdır. Bir nevi beden yeni şartlara göre tekrar kodlanır. Büyümekle başlayan, yaşlanmakla devam eden ve ölümle sonlanan durum da budur. Bedeni kodlarsınız ve beden buna göre tıkır tıkır işlemeye başlar.
Çocuklara sen artık ağabey oldun, abla oldun diyerek çocuklukları yaşatılmaz. Gülmek bile unutturulur “zaman”la. Zira kadın öyle her şeye gülmez, erkek de kalıbının adamı olmalıdır. Çocuk, ağabey, abla olacağım diye tüm esnekliğini kaybeder; artık oradan oraya hoplayıp zıplama lüksü kalmamıştır; bedeni odun gibi katılaşmaya başlar. Düşünce yapısı değişir, tüm saflığı, o cin fikirleri kaybolur. Yetenekli çocuklar yeteneği değerlensin adı altında, hocalarının kopyası olarak mezun oldukları sanat okullarına verilir. Yarış atı gibi yetiştirilen çocukların resme, müziğe, aşçılığa, sanata, ya da herhangi başka bir şeye olan merakı önemsiz bir ayrıntıdır. Zaman pek çok şeyin aksine insanı köreltmek üzerine kuruludur. İstisna yaratan özgür ruhlar hemen açığa çıkarlar. Onlar da diğerleri tarafından ötekileştirilirler çoğu “zaman.”

Şirketlerin olmazsa olmaz eğitimlerinden biridir “zaman yönetimi.” Zamanın efendisi olmak yerine zamana nasıl köle olacağınız öğretilir. Buna rağmen sistem sizi öyle güzel meşgul eder ki, nafiledir her türlü eğitim. Eğitimin kendisi bile sizi meşgul etmek için kurulu bir düzendir.
“Paranın satın alamayacağı tek şey zamandır” derler. Yalandır! Sizi maaşa bağlayarak modern köle haline getiren sistem, size kendinizi özgürmüş hissi vermeye programlıdır. Para kazandığınız ve paranızın yettiği şeyleri satın alabilme gücü size sahte bir özgürlük hissi verir. Kurumsal hayata veda ettiğimde 65 gün birikmiş iznim vardı. İzin bile kullanamayacak kadar köleleşmişim. Sistem size 15 gün izin tanır. İzne çıkabilmek, izni en verimli şekilde kullanabilmek bir sanattır, zira bir başka 15 gün yoktur. Zaten bunu da 15 gün komple kullanamazsınız; birer hafta şeklinde ayrı ayrı zamanlarda kullanabilirsiniz. Şirketin vazgeçilmez elemanı olarak size ihtiyaç vardır; sorumluluğunuz büyüktür. Dolayısıyla demem o ki, zamanı satın alırsınız. Her dakikanın bedeli önceden ödenmiştir. Danışmanlara adam bölü gün ya da adam bölü saat üzerinden ücret ödenir. Terapiler, seanslar saat üzerinden ücretlendirilir. Saati dolan hasta ya da danışanın odadan bir kovulmadığı kalır. Tüm bürokrasi zaman üzerinden işler. Zamanında yapılması ya da ödenmesi gerekir her şeyin.
Sonra insanlar kayıplar yaşadıklarında, ölümcül hastalıklara yakalandıklarında, ya da başka zor durumlara düştüklerinde “keşke”li zamanlar yaşamaya başlarlar.

Birileri “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda “Duruyorum” ya da “Zaman öldürüyorum” derim. Zaman en büyük öğretidir; öğrencilerini öldüren bir öğreti. O yüzden zaman öldürmeye bayılırım.
Hadi zamanı çekin bakalım? Geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman… Gelecek sadece beklentilerden ibarettir. Geçmiş sadece hatıralardan. Şimdiki zaman ise ikisini birden içerir. İkisi de şimdiki zamanda var olur. Zaman sadece insani bir algıdan ibarettir. Bizlerin yarattığı bir kavramdır. Bedenimiz her üç zaman diliminde birden mevcuttur. Saatinize bakın; şimdiki bedeniniz, 1 dakika sonra geçmişteki bedeniniz olacak. Şimdiki bedeniniz, 1 dakika öncesindeki geçmiş bedeninize göre gelecekteki bedeniniz oluverdi. Geçmişi değiştiremezsiniz. Şimdiki zaman ise geleceğin geçmiş olarak algılandığı zamandır. Gelecek de değiştirilemez, zira henüz gerçekleşmedi bile. Aslında üçünde birden mevcut olabilen zihninizden başkası değildir. Sizi de, zamanı da yaratan zihninizdir. Zaman sadece enerjideki değişimin ölçü birimidir.

Gözlerimiz olmasa renkler konusunda algı yaratamayız. Aynı şey tüm duyu organlarımız için geçerli. Sesler, tatlar, hisler.. Beyin bu algıları toplayarak anlaşılır bir hale getirmek için çabalar. Hafıza da böyle oluşur, deneyimler de. Hafızamız olmasa zaman algısı da olmaz. Ama beden yaşamaya devam eder mi? Eder. Zaten olmuş bir şeyi algıladığınızı hissettiğiniz anlar da olur. Buna da deja vu diyoruz.
Zihin bir şeyi yarattığında, yani enerji maddeye dönüştüğünde maddeye varlığını zaman verir. Dolayısıyla bizi de var eden zamandır, zira bizler de birer illüzyonuz.

Peki aynı illüzyon hayvanlarda da geçerli mi? Köpeklerin 1 yaşı insanlarda yaklaşık 7 yıla denk geliyor. Peki köpek bu 1 yılı yaşarken 7 yıl yaşamış gibi mi hissediyor? Zamanı hissetme hızımız beynimizin ne kadar bilgi aldığıyla alakalıdır. Benzer bilgiler girmeye başladığında zaman daha hızlı, yeni bilgiler geldiğinde zaman daha yavaş geçer. Bu yüzden yaşlılar için zaman her zamankinden daha hızlı ilerler. Çünkü hayat deneyimleri benzer bilgileri sürekli karşılarına çıkarır. Beyin için her saniye önemlidir çünkü beyin her saniye yeni bilgi kaydeder ve bu bilgileri anlaşılır hale getirmek için işlemcisini çalıştırır. Hayvanlara geri dönecek olursak; her hayvanın algılama kapasitesi farklıdır. Bu yüzden bazı hayvanlar diğerlerine göre yavaş çekim bir hayat sürerler. Örneğin köpekler, görsel bilgileri bizlerden %25 daha hızlı bir şekilde algılar. Bu yüzden sizler çok hızlı yanıp sönen bir ışığı sabit yanan bir ışık olarak algılarken, onlar her yanıp sönmeyi ayrı ayrı algılayabilir. Sineği bir türlü yakalayamama sebebiniz de budur. Sineğe göre bizim her hareketimiz yavaş çekimdir. Bu yüzden rahat rahat kaçabilir. Bakınız Örümcek Adam 1 filmi; yer soyunma odası; yeteneklerini ilk keşfettiği zamanlardan biri; okulun en popüler çocuğu bizimkine saldırır, ama bizimki her yumruğu ağır çekim görebildiği için kolaylıkla kaçabilir ve karşı yumruk atması da rakibi için bir o kadar hızlı olur.
hareketalgi
Peki bunu günlük hayatta biz de geliştirebilir miyiz? Evet. Meditasyon ve hareketli meditasyon adını verdiğimiz Tai Chi ve Qigong gibi çalışmalar nefesi ve zihni yavaşlatarak ağır çekim hareketler yapmanızı sağlar. Ancak aynı çalışma bir süre sonra rakibinizin hareketlerini de aynı şekilde yavaş çekim algılayabilmenizi ve karşı harekete de tam aksine çok hızlı geçebilmenizi sağlar. Tabi bu işin aksiyon tarafı. Şifa tarafına bakacak olursak, yavaşlattığınız zihinle değişen frekanslar (beta, alfa, teta, delta) hücrelerinizin yenilenmesi için gerekli ortamı doğuracaktır. Yemek yemekten tutun yürümeye kadar, yavaşlamayı öğrendiğiniz zaman hayatı daha uzun ve keyifli yaşamaya başlarsınız.
“Saçlarını düzelttim zamanın. Dağılmışlardı. Taramadım. İçinden acı, gözyaşı, hatıralar düşsün istemedim. Temiz kalsın istedim tarağım.. ” – anonim

İyilik de bir şiddettir

Şu sıralar kendini tekrar eden benzer yazılar yazmaya başladığımı farkettim. Başka enteresan birşey de eski okunmayan yazılarımı tekrar paylaştığımda okunma rekorları kırmaları. Demek ki yazdığım zamanlar kitleler henüz idrak etmeye hazır değillermiş. Bu yüzden de kendini tekrar, yeniden, yeniye ulaşmak için bazen faydalı olabiliyor.
Şimdi, bize hep iyilik yap iyilik bul dendi. Dinler, kişisel öğretiler, eğitim, sistem hep bize iyilik yapmayı empoze etti. Daulite, yin-yang yada ne derseniz, herşey beraberinde zıttını da barındırır. Dolayısıyla “iyilik” sözcüğünün üstüne basa basa zihinlerimize kazınmasının nedeni altında yatan “şiddet” sözcüğünü bilinaçtımıza yerleştirmek. Eğer iyilik bireyin yada toplumun bir işi haline geldiyse o artık iyilik değildir.

Birisine şiddet uygulamak için ille de iyilik sözcüğünün zıttı anlamına gelen eylemlerde bulunmanız gerekmez. Zira iyiliğin kendisi de başlı başına bir şiddettir. İyilik yaparak kendinizi “iyi” bir insan olarak kendi zihninizde önce var edersiniz. Iyi olmayan insanlar da var olmuş olur böylece.  “İyilik” yapmak, bu eylemi, iyiliğin tersi olan herşeyden ayrıştırıp ötekileştirir. Ötekileştirip, ayrımcılık yaptığınız herşey de kasıtlı olsun olmasın içinde şiddeti vareder.

“İyilik yap, iyilik bul” lafı bile içinde şiddet içerir. Aksi takdirde…
İyilik sandığımız eylem çoğu zaman karşıdaki insanı aciz duruma sokar. Anne babalar farkında olmadan çocuklarına bu şekilde orantısız şiddet uygularlar. Sevgililer, eşler birbirine sevgi adı altında şiddet uygular. Sevginizi yada iyiliğinizi çektiğinizde karşı taraf çuvallar.

İyilik karşı tarafta güven alanı oluşturduğu için bağımlılık yaratır. Bağımlı olmak yada bağımlı yapmak başlı başına şiddetin ta kendisidir. 

İyilik yapmaya bir başladığınız mı, bu üzerinize yapışan bir görev haline dönüşür. Daha iyisini yapabilirsiniz ama daha altını yapmak artık geri dönülmez bir çıkmaz yaratır. Birine indirim yapabilirsiniz ama ikinci kez geldiğinde o malı yada hizmeti artık gerçek fiyatından satamazsınız. Sevgilinize flört aşamasında çizdiğiniz her türlü pembe tablo, yaptığınız her türlü romantik aksiyon birer şiddettir. Onu buna bağımlı hale getirirsiniz. Sonra elde edip yada evlenip de bunları yapmaz hale geldiğinizde başka tür ve asıl şiddetler ortaya çıkmaya başlar.Sevenlerin hep birbirinden beklentisi vardır. Hep aradığı insanın hayalini kurar. Olmasa da sorun değil, bu kez bulduğu insanı aradığı insana dönüştürmeye çalışır. Aşkın doruklarında her iki taraf da birbirine “canım, cicim, sensiz yapamam” der. Aşk bittiğinde “şeytan görsün yüzünü, boynu devrilsin” bedduaları başlar. Sevgi de ikiyüzlüdür.

Çocuğun anne babasına itaat etmesi şiddettir. Anne babanın çocuğun iyiliğini düşünmeleri adına koydukları kurallar, yasaklar, ceza ve ödüller, onun adına aldıkları kararlar, geleceklerini tayin etmeleri, onları sürekli koruyup kollamaları şiddettir. Eşini ve çocuklarını kendinden çok düşünen ananın yaptığı şey şiddettir. Bu yüzden kadınlarımız meme kanseri olurlar. Çünkü meme besleme ile alakalıdır. Karşı tarafı yeterince besleyemediğine inanan; kendinden o kadar fedakarlık yapmasına rağmen karşı taraftan minnettarlık hissedemeyen; kendinden vere vere hiç kendini besleyemediğine inanan kadınlar malesef besleme organlarında sorun yaşarlar.
Ana babalar çocuklarına yatırım yaparlar. Yaşlılıklarında onlara bakacak bir yatırım aracıdır onlar. Her an dizlerinin dibinde olmaları gerekir. Bu yüzden okuturlar, bütütürler, verdikçe verirler.. Bir yandan onları yarış atına çevirirler. Kendi ezik kompleksli egoları yüzünden, çocuklarının başarısı üzerinden masturbasyon yaparlar böylece. Kariyer sahibi, şan, şöhret sahibi pek çok çocuk kendi ayakları üzerinde durma lüksünü tadamadan o mevkilere gelmişlerdir. Hatta maaşlı işlerde çalışırken, ceplerine harçlık konmaya, evleri, arabaları ana baba tarafından alınmaya devam eder.
Çocukların arasında ayrımcılık yapmak, birini ötekinden daha çok sevmek yada kayırmak, küçüğe büyükten daha çok ilgi göstermek, kız erkek ayrımı yapmak şiddettir. Sizi daha kızdıracak başka birşey söyleyeyim. Kendi çocuğunuza gösterdiğiniz ilgi ve sevgi, komşu çocuğuna yada sokaktaki kimsesiz bir çocuğa gösterdiğiniz ilgiden farklı ise bu ikiyüzlülüktür. İkiyüzlülük de bir şiddettir.
Ödül yada cezanın olduğu her ortamda davranışlarımızı ona göre geliştiririz. Gerçeklikten öte, içten olmayan, ikiyüzlü yaşantılar süreriz.

İyi olmak için kötülükle, acımasızlıkla mücadele etme gereği duyarız. İşin içinde en ufak bir şekilde şiddet, acımasızlık yada kötülük varsa, aynı formun içinde iyiliğin var olmasından bahsedilemez.

Devletler de ikiyüzlüdür. Kendi halkını mezheplere, ırklara, türlere, yörelere, zenginlik fakirliğe göre sınıflandırır. Onlar şiddetin baş aktörleridir. Ve şiddeti uygulanması gereken bir eylem olarak tüm halkına yaymaktadır. Aslında devletler halkından farklı değildir. Onlar neyse biz de oyuzdur. En çok konuşan, en baskın olan, en kurnaz tipleri başımıza kendimiz getiririz. Sonra demokrasi çoğunluğun diktatörlüğü haline gelir. Sahip olma, aç gözlülük, iki yüzlülük, sahtekarlık, alavere dalavere, güç ve iktidar arzusu hepimizin içinde olan şeylerdir. Devletler biz neysek odur. Bizlerin aynasıdır. 
Coğrafyanın bir yerinde açlıktan insanlar ölürler. On senelerdir bu durum değişmez. Sistem sizi iyilik yapmaya yöneltir. Vakıflar vardır, yardım kuruluşları vardır. Oralara para ve malzeme yardımı yaparsınız. Kimisi gönüllü olarak gidip oralarda görev alır. İyilik devreye girmiştir. Ancak yanlış bir şekilde devreye girmiştir. Sorgulama yapmadan, sorunların köküne inme gereği duymadan. Dolayısıyla sona ermeyecek bir duruma iyilik yapmaya kalkmak şiddete çanak tutmaktır. Buna aynı zamanda gönüllü cehalet de denir. Gönüllü cehalet bir nevi salağa yatmaktır. İşin aslını öğrenme lüksünüz varken, yada nedenleri niçinleri çoktan bildiğiniz halde tepkisiz kalmanız ve başka şekillerde hareket etmeniz demektir.

Acımak şiddet içeren bir duygudur. Acıdığın kişi yada olayı ötekileştirirsin. Aç olan kişiye acıdığın için iyilik yapmak, açlığı ortadan kaldırmayı aklından geçirmediğin için şiddet içerir. Paranın nereye gitiiğiği hiçbir zaman belli olmayan yardım kuruluşlarına bağışta bulunmak vicdan masturbasyonundan başka birşey değildir. Yoksulluğu, açlığı, şiddeti nedenleriyle birlikte kökünden halletmediğimiz sürece ikiyüzlü yaşamaya devam edeceğiz.

Bir de aşırı fedakarlar vardır. Kendilerinden başka herkesi severler, hep vericidirler kendilerine göre. Bu da kendine uygulanan bir şiddettir. Kimseye iyilik yapıyor sayılmazsın. Zira sadece sende olanı birine verebilirsin. İçinde sana ait bir iyilik yoksa başkasına verdiğin şeyin iyilikten başka pek çok başka tanımı olabilir. İyiliği de, kötülüğü de önce kendine yaparsın, etrafındakiler bundan nasiplenir. Zira herkes ayna vazifesi görür.

“Koşulsuz Sevgi” diye bir şey türedi bir de kişisel öğreti çöplüğünün içinde. Evet arada ben de kullanıyorum. Sevginin türlerini türettik. Türlerini türettiğiniz herşey ama herşey ayrımcılığa çanak tutar. Zira birinin varlığı diğeri için tehdit oluşturur. Biri diğerinden ötekileştirilir. Bu da bir şiddettir. Sevgi sevgidir. En saf haliyle, en içten şekilde yaşanır. Koşullu yada koşulsuz sevmeye kalkarsanız içtenliğinizi yitirirsiniz.
Şiddet binlerce sene önce başladı. Dinler, diller, milletler, mezhepler, ırklar, sınıflar, cinsiyetler ayrıştırılarak ötekileştirildi. Hangi dini, dili yada uyruğu seçme hakkımız doğumumuzla birlikte elimizden alındı. Dolayısıyla doğar doğmaz şiddete maruz kaldık.

Kıtlık olan yerde neden kıtlık olduğunu herkes apaçık biliyor. Hatta kıtlık olan yerin aslında tarıma elverişli olduğu; sırf ordaki insanlar kıtlık içinde kalmaya devam etsin diye mahsüllerin imha edildiği; tarım yerine gizliden uyuşturucu yetiştirilerek dünyada karteller oluturulduğu; yada petrol rezervlerine konarak haritanın o kısmının sömürüldüğü; güllük gülistan halkın mutlu mesut yaşadığı ülkelerin bir iç savaş çıkartılarak demokrasi adı altında seneler boyunca sırf petrol ve diğer zenginliklerine konmak uğruna perişan edildiği; dünyaya servis yapan satılmış medyalar vasıtasıyla neye inanmanız isteniyorsa ona inandırıldığınız pek çoğumuz tarafından biliniyor. Ancak gönüllü cehalet baskın çıkıyor.

Dolayısıyla şiddet sadece ve sadece derinine inildiği zaman şiddet olmaktan çıkar. Nedenlerini es geçip “iyilik” yapmaya devam ettiğiniz sürece şiddet var olacaktır.
Şiddetten özgür kalan bir nesil için hiçbir zaman savaşlar olmayacaktır. O zaman iyilik yapma ihtiyacı da duymayacak kimse.

Şiddetin zıttını aramak sizi şiddetten özgürleştirmez. Şiddetin bizzat derinindedir cevap.

Savaşlar çözüm değil, birer kaçıştır. Şiddetin derinine inip çözümlemek yerine sorumluluktan kaçıp şiddeti bizzat uygulamaktır.  Günlük yaşantımızda şiddeti hep ikiyüzlü şekillerde uygularız. Hep bir şeylerin arkasına sığınarak yaparız bunu. Ailede, ilişkilerde, arkadaşlıklarda, iş yerinde, toplum içinde hep gizliden suçlar işleriz. Dürüstlük örtüsünün altında ikiyüzlülükle işlenir bu suçlar. Savaşta ise alenen yapılır Bu yüzden daha çok kabul görür bu şiddet şekli. En azından ikiyüzlülükten kurtulmanın bir kaçış yoludur.

Barış yanlısı olmak da bir şiddettir. Beraberinde zıttını barındırır ve savaşları var etmeye devam eder.

İçinize dönün. İçteki karmaşayı çözerseniz dışa gerek kalmaz. Bu aynen devletlerde de böyledir. İçte karmaşa yaratılır. Bu çözülemez duruma getirilir ve dıştan yardıma muhtaç bırakılır.

O zaman şiddete gerçekten dur demek istiyorsanız günlük yaşantınızda nasıl şiddet uygladığınıza dikkat kesilin. Farkındalığınızı artırın. Duygularınızda, düşüncelerinizde, ilişkilerinizde, cinsellikte nasıl şiddet yüklü olduğunuza dikkat edin.  Şiddetle gerçekten yüzleşin ama. Onun karşıtını  bulacam, iyilik yapacam, pozitif düşünecem gibi safsatalarla vakit kaybetmeyin. Dikkat edip bunların farkındalığına varırsanız, o zaman kendinizi bunları düşünmekten dolayı kınamaz ve içinde milliyetçilik, dincilik, ırkçılık, ayrımcılık olan her türlü şeyden özgürleştirmiş olursunuz. Bunu başarırsanız gerçekten şiddetten özgürleşirsiniz.

Sadece ve sadece gerçeği arayan, sorgulayan, birey olmayı başaran birinin idealistlikle, milliyetçilikle, dincilikle, ırkçılıkla, siyasetle, ekonomiyle işi olmaz.
Ne bir devlet, ne bir din adamı, ne de bir guru sizin içinize barış, sevgi ve mutluluk getirebilir. Sizin size verebileceği , sizde olan bir şeyi bir başkası size veremez.
Şiddet yada öfke sadece korku tarafından yaratılır. Değişim ise sadece korkunun olmadığı zamanda gerçekleşir. Ancak değişmeye çaba göstermek değişimden başka birşeydir. İçinde çaba ve mücadele olan herşey kendi kendinize uyguladığınız başka bir şiddet türüdür.

Ben’i sorgulayın! Herşey ve herkesle BİR olduğunuzu idrak edip bunlar içinde “ben”in nasıl bir rol oynadığına dikkat edin. Eğer “ben”i var etmek için çabalıyorsanız, şiddet uyguluyorsunuz demektir. Tüm ayrımcılığı yaratan “ben”dir. “Ben”i anlayıp önce onu sorgulamayı başardığınızda  şiddetten özgürleşmiş olacaksınız. Bu da gerçek iyiliği getirecektir.

Hep aynı şeyi yaparak fark yaratamayız. Dünyanın bu halde olmasını sorgulayan çocuklarımız var. Onlar dini, dili, siyaseti, parayı, ayrımcılığı sorguluyor. Onlara sakın şiddet uygulamayın.

Kendinize bir iyilik yapın ve nötr olun…


Not: içinize dönmenin tek yolu meditasyondur.