17 Ekim 2015 Cumartesi

Dibine Kadar

Yaşamaya korkar hale geldik. Hayatımız gerçek bir “survivor” ekranınında hayatta kalma çabasıyla geçiyor. Bunun ise tek nedeni korkularımız.
Nefes
İte kaka yaşadığımız hayatı ise yeterince solumuyoruz. Halbuki henüz vergilendirilmediğimiz bedava tek şey hava iken bunu bile beceremiyoruz. Eskiden şarkılarda hava bedava, su bedava diye geçerdi. Artık içtiğimiz suya da para veriyoruz. Üstelik niteliksiz, florürlü ve komplo teorilerine çok açık bir şekilde “damacana insanlar” olduk.
Yetersizliklerle dolu hayatımızda, hücrelerimizin yaşamsal kısımları da aynı bizler gibi oksijen kıtlığı çekiyor ve yetersiz besleniyor. Hepimizin günün her saati, her saniyesi dolu dolu, uzun, derin ve tam nefes almaya ihtiyacı var. Gün gelecek, tüm kurumsal şirketlerde, okullarda ve sosyal kuruluşlarda insanlara nasıl nefes alacakları konusunda zorunlu eğitimler verilecek. Çünkü nefes almaktan bu kadar uzaklaşıyoruz.
Akciğer kanserlerinin pek çoğu, sanıldığın aksine, sigaradan değil, insanların gerçekten nefes almaya vakitleri olmadığından kaynaklanıyor. Nefesi doğru ve yeterince alan insan oksijen yönünden zenginleşince, etrafındaki yanılsamalar kalkar ve kendi gerçekleri de zenginleşmeye başlar. Eğer kişisel kaderinizi değiştirmek ve kendiniz yönlendirmek istiyorsanız hemen, şimdi, şu anda doğru nefes alıp vermeye başlayın.
Qigong eğitimleri verirken nefesi en başa koymamızın nedeni de budur. Hareketleri ve meditasyonu yapmaya vakit ayıramadıklarını söyleyip bin bir bahane üreten öğrenicinin “nefes almaya vaktim yok” deme lüksü yoktur.
Uyku
Gününüzün ne denli uzun sürdüğüne, savaşınızın ne denli zorlu geçtiğine veya saatin kaç olduğuna bakmaksızın, ‘ayık’ olarak uykuya daldığınızdan emin olun. Zira çoğumuz nasıl ölmeyi umuyorsa uykuya da o şekilde dalıyor. Enerjilerini doğru yönetemeyen insanlar günün sonunda tükenmişlik sendromuyla uykuya dalıyor. Yatağa canlı değil ölü olarak yatıyorlar. İnsanın uykuya dalış şekli yaşam kalitesi hakkında çok paralel bir bilgi verir. Dünyanın büyük bir kısmı, oynadıkları sahnede neler olup bittiğinin farkına varmadan birbirine iyi geceler dileyip yatağına giriyor. Uykunun ölümü temsil eden bir eylem olduğunu kavradığında kimse eskisi gibi rahat yatağına giremeyecek. Savaşçılar uyurken kendilerini bir başkasının görmesine asla izin vermezmiş, zira bu zayıflık işaretiymiş. İnsanlar inanç sisteminin üstündeki binlerce yıllık tozunu silkeleyip uykudan uyanma durumuna gelmiştir.
Zihin
Öğretilmiş çaresizliklerin hepsi ama hepsi zihinsel zehirler bizim için. Uyku, yeme, içme, seks, hastalık, yaşlılık ve ölüm… hayatımızı bunlar yönetiyor!
Enerjin maddeleşmiş hali olan bedenimiz bizim yaşam mücadelesi verdiğimiz yer. Elinin tersiyle geri çevirdiğin her yiyecek, her içki, her sigara, her ilaç; uykudan yırtılan her saat; seyredilmeyen her haber, her dizi, açılmayan her televizyon; iradeye sahip olduğumuz her an savaştan galip çıktığımız andır. Tüm bu saydıklarım ve saymadıklarım insanın enerji kaybında önemli rol oynar.
Dinsel ve toplumsal geleneklere bağlı insanlar, hipnotik uykularından uyanarak doğudaki gibi bir öğretiyi izlemeye başladıkları zaman, düşünce sistemlerinin içine fiziksel olarak da ölümsüzlük fikrinin yerleştiğini görecekler. Ölüm korkusunun alt edilmesi psikolojimizi belirleyen tüm sınırları alt üst edecek ve yaşam kalitemizi artırarak uzun ömürlü bir hayat sürmemizi sağlayacak. Ebedi yaşam, aynı zamanda tüm yoksullukları, hırsızlıkları, suçu ve ahlaksızlığı da beraberinde yok edecek bir panzehir.
Düşüncelerle zehirlediğimiz zihnimiz yüzünden olumsuz duygular ve yıkıcı durumlarla gün içinde pek çok kez kendimizi zaten öldürüyoruz. Yukarıdaki şeylere dikkat edebilirsek en azından daha az ölmeye başlarız. Az öl, çok yaşa…
İnsan daima yaratır. Düşünce ışık hızında hareket eder ve gerçekleşmek için dört döner. Geçmişimiz, şimdimiz ve geleceğimiz beynimizin yarattığı bir yanılsamadır. O yüzden ne deneyimler, ne tarihten alınacak ders, ne de gelecekten beklentiler… Bunların hepsi düşlerimizin birer gölgesidir.
İster yoksulluğa, ister zenginliğe, ister hastalığa, ister ezik olmaya neye inanırsan inan, onu yaratmaya devam edersin.
İnanç pastası o kadar büyüktür ki herkes ama herkes illaki payını alır. Kimsenin inancı bir diğerinden daha üstün değildir, çünkü herkes inancını dibine kadar yaratır ve onu yaşar.
İnsanlar inançlarının gücünü ölmek yerine yaşamaya yönlendirebilseydi, dağları yerinden oynatacak güce sahip olabilirdi. Hastalık, yaşlılık ve ölüm insanların asırlardır tapındığı yegane tanrılar oldu. Yaşamdan, hayallerinden, sevgiden bu şekilde uzaklaşmaya başladılar. Herkes inandığı şeye dönüşmeye başladı. Herkes kendi sefilliğini, hastalığını, ölümünü bozmadan korumaya yemin etmiş gibi yaşamaya başladı.
Yardım kuruluşları, ilaç ve gıda sektörü, dini kurumlar, güzellik merkezleri, kişisel gelişim merkezleri kasıtlı ya da bilinçsizce ölüme hizmet ettiler; ölüm düzenini beslediler. Güzellik, sağlık, refah, huzur ve uzun yaşam mesajlarının altında ölüme kayıtsız şartsız bir bağlılık yatmaktadır.
Çalışmaya ve seçim yapmaya inanan, planların ve programların yapıldığı, gerçeklikten kaçan, doğadan uzaklaşmış bir dünyaya aidiz. İnsanlar gelecek korkuları yüzünden, beklentilere duydukları bağımlılıklarla güven alanı yaratırlar. Bir kuyu kazarak okyanusları içine sığdıramazsın. Plan yapmak bundan ibarettir. Hayatı topluma ve kitlelere uyarak koyun gibi bağımlı olarak yaşadık. Kitleler yıkıcı ve yok edicidir. Her şeyden etkilenen bir mekanizmadır. Kitleler hayal kuramaz. Sadece bireyler kurabilir.
Sıradan insanın sadakat duyduğu tek şey ölümdür. Tek özgürlüğü ise bu ölümün nasıl olacağını kendisinin tayin edebilmesidir. Bunun için de korkularının, yakıcı ve yok edici düşüncelerinin esiri olur.
İnsan bedeni kainattaki en mükemmel mekanizmadır. Bu mekanizmanın içine etmek için kendimize izin verdik. Onu yok eden tüm duygu ve düşünceleri, korkuları, çaresizlikleri yarattık.
Bedenimizdeki tüm organlar duygularımızla özdeşleşir. Başımıza gelen, hazmedemediğimiz, takıntı haline getirip kurtulamadığımız duygular, bağırsaklarda sindirilemeyen besinlerle özdeşleşir. Zehirli düşüncelerden kurtulamazsanız, karaciğer de bedeni zehirlerden arındıramaz hale gelir. Hayattan tat alamadığınız vakit, şeker hastası olursunuz, pankreas iflas eder. Daha pek çok örnek sayılabilir. İşin en ilginci ise zihinle bedene yaptığınız şey gibi, bedeninize ne yaparsanız dünyanın da başına aynı şey gelir. Dünya sen, sen ise odur.
Bu yüzden kendinizi sürekli gözlemleyin. En küçük hücrelerinize kadar varlığınızın farkında olun. Her türlü zehirli düşünceyi, kaygıyı, korkuyu, daha yüreğinizde filizlenmeye başladığı ilk andan itibaren yakalayıp sonlandırın. Korkunun yerine sevgi yükleyin.
Sizin dışınızda var olan hiçbir şey sizi mutsuz edemez, ama sizin mutsuzluğunuz dünyadaki tüm mutsuzlukların kaynağı olabilir.
Beden titreşimlerle hareket eden hücrelerden oluşur. O her zaman çocuğun saflığıyla, sevgi ve neşeyle titreşmelidir. Beden asla yalan söylemez.
Kurumsal hayat, bitmeyen seyahatler, 7/24 sanal dünya, şehir hayatı, trafik, aile işleri, hastalıklar, ekonomi, alkol, sigara, ve daha bir dolu bahane kendinizi aklamak için kullanacağınız gerekçelerden başka bir şey değildir. İnsanın bedenini böyle bir duruma sokabilmesi için kendine olan saygı ve sevgisini yitirmiş olması gerekir. Varlık, beden, dünya… Hepsi Bir’dir ve tekdir; aynıdır.
Fani kaderinin, başına gelen tüm berbat olayların, deneyimlerin, kendi dışındaki bir takım engeller ve kötülüklerden kaynaklandığına inanan insan, dünyanın kendisinin bir yansıması olduğunu idrak edemediğinden, yansımayı değiştirmek için önce kendini değiştirmek gerektiğini de idrak edemez.
Kibir, kendinin düzeldiğine ve artık başkalarına yardım etmeye hazır olduğuna inandırır seni. Dünyaya yardım etmek için yapılacak tek şey uykundan uyanmaktır. Dünyanın yardıma muhtaç bir kurban olduğu düşüncesinden kurtul. Onun senden ayrı bir gerçeklik olmadığını bil. Sen ve o Bir’siniz.
Dünyayı iyileştirmek istiyorsan, o halde önce kendini iyileştireceksin. Dünya tam da senin hayal ettiğin gibidir. Düşüncelerinle onu sen yarattın. Bu yüzden hem düşüncelerini hem de bedenini iyileştirerek işe başla. Özüne dön ve özünle bir ol.
Kendini özüne ada. Sadece kendi içindeyken her şeyin farkındalığına varabilirsin. Ancak bu sayede gerçekten düşleyebilir ve düşlerini gerçekleştirebilirsin. Bu sayede sıradan yaşam düzleminden bir adım öteye geçebilirsin.
Varoluşta her şey yavaştır. Gerçek eylem eylemsizlikten gelir. Var olmadığını anladığın an, gerçekten var olursun.
Gönüllü cehaletten sıyrılmayı bir milim bile becerirsen, finans sektöründen papalara, bu piramidin en tepesine kadar sarsıldığını göreceksin. Bunun için birey olmalı, bireysel devrimini gerçekleştirmelisin. Olayların doğasını değiştirmek istiyorsan önce kendi vizyonunu değiştirmen gerekir.
Geçmişin gölgesinde sürekli takacak maskeler arıyoruz. Rollerin hapsinden ancak yaşadığımız tekrar eden verimsiz deneyimlerden bıkıp hayal kırıklığı yaşadığımızda kurtuluyoruz. Oyun sırasında kasıtlı olarak bu maskeleri takıp çıkarıyoruz. Halbuki bir rolü oynamak demek, o şeye inanmamak demektir. Adı üstünde rol yapmak… Role kaptırır özdeşleşirsen hayatındaki tek gerçek o olmaya başlar. Bu da seni zamanla bağımlı kılar. Roller sistemin bizi meşgul etmek için üzerimize yüklediği maskelerdir. Bizler de bu maskelerin ardında, “meşgulüm” bahanesiyle yaşamaya devam ederiz.
Oynadığımız rolden kurtulmanın yada özgürleşmenin tek yolu ise o rolü gerçekten hakkını vererek mükemmel bir şekilde oynamayı başarmaktır.
Eğer hücrelerindeki her bir titreşimi değiştirip yükseltmeyi ve sevgiyle doldurmayı başarabilirsen, dünyadaki tüm sıkıntıların, savaşların, yoksulluğun, ötekileştirmenin yok olduğunu ve birlik, beraberlik, uyum ve sevginin var olduğunu göreceksin.
Senin dışında hiçbir güç seni alt edemez.
Hem hayal kurup, hem başkalarına ya da bir şeylere bağımlı olarak yaşayamazsın.
Birey ol. Bağımsız ol. Asi ol. Kimseye bağımlı olma. Var olma nedenin düşlerini gerçekleştirmektir! Hayatı dibine kadar yaşamaktır!
Tüm hücrelerini sevgiyle doldur. Sadece seven insan özgürdür. Ve sadece özgür insan sevebilir. Ve yine sadece seven insan sevdiğini özgür bırakabilir. Özgürlük ve sevgi gerçekliğin iki yüzüdür. Sevmeyenler ise bağımlıdır. Korku doludur. Benzerlik sıradanlıktır. Sıradan insanın bir geleceği yoktur. O hep geçmişiyle yaşar. Tekrara girer. Sıradan insanın gerçeği şüpheler, kaygılar, korkulardan ibarettir.
Sen benzersiz ol. Sıra dışı ol. Aykırı ol. Korkusuz ol. Korkusuzluk sevgiye ve bütünlüğe açılan tek yoldur. Korkusuzluk ancak sen korkacak bir şey olmadığını fark edebildiğinde gerçekleşir.
Silkin ve kendine gel. Uyan.
Hayat güzel. Yaşa onu.
Dibine kadar!

6 Ekim 2015 Salı

TAO

Çin’de bir süre kalıp Qigong ve TaiChi eğitimleri alıp geri döndüğümde, kendi ailem bile Tao Te Ching öğretilerinden dolayı bana dinden çıkmış muamelesi yaptı.
Şunu baştan ifade etmeliyim ki Taoizm bir din değildir. Tüm dinlerden daha eski bir felsefe, daha doğrusu bizim deyimimizle bir nasihatnâmedir.
Bizim aksimize haritanın doğusunda birbirine karşıt inanç ve düşünceler üzerine değil, karşıtların birliği ve bütünlüğü üzerine kurulu bir algı vardır. Bunun ilk kuralı ise doğayı olduğu gibi kabul etmekten geçer. Bu kabulleniş, bilimsel yaklaşımlar sergileyerek değil, sadece gözlemci kalarak gerçekleşir. Doğaya müdahale, sırlarını çözme, üstün gelme çabası yoktur. Yağmur bulutları yaratmak, yapay depremler oluşturmak, su yataklarına HES’ler (hidro elektrik santrali) kurmak, ormanları rant ya da insan çıkarı uğruna katletmek gibi şeyler yoktur. Sadece doğaya uyum sağlamak vardır. Onun bir parçası olduğunu idrak edip, onunla bir olmayı kabul etmek vardır.
Doğanın işleyişi konusundaki bilimsel çalışmalar kışkırtıcı rol oynar. Doğa karşısında saygılı bir cehaletle susmak ise bilgenin yoludur.
Pek çok kişi Taoizme mistik bir yaklaşımla bakar. Halbuki mistik inanış bir Tanrı arayışıdır. Taoizmde Tanrı yoktur. Güncel yaşamla ilgili nasihatler vardır. İçinde Tanrı geçmiyor oluşu pek çok kişi tarafından dinsizlik olarak da yorumlanır. Atesit inanış diyenler de vardır. Taoizm bir din ya da inanış değildir. Ne tanrıdan ne de tanrısızlıktan bahseder. O sadece bir yoldur. Tao’nun kendisi ise açıklanması çok zor bir kelimedir. Taoizmdeki nasihatlerin günümüzün kibirli, açgözlü, hırslı, paragöz, maddiyatçı, çıkarcı, bencil ve acımasız toplumlarını yola getirmesini düşünmek zordur. Ancak yine de sırf bu saydıklarımdan dolayı da Taoisme ihtiyaç kaçınılmazdır. Zira o hiç bir inanç gurubuna olmasa da herkese hitap eden bir öğretidir. Lakinz bu öğreti yine de maddi başarı ve kariyer üzerine kurulu, sömürmeyi ön planda tutan sistem tarafından dışlanır.
Taoizmde doğa sorgulanmaz. Doğayla bütünleşip bir olmayı başaran insan, batılı felsefede natüralist olmayı başarır. Toplumsal örgütlenmeler doğaya uyumu imkansız hale getirebilir, çünkü doğal olana müdahale söz konusudur. Toplum kurallarına uymaya başladıkça insan doğadan kopmaya başlar.
Batılı sistem zayıf ve fakir ülkeleri kendi çıkarları uğruna sömürmeye ve kullanmaya devam ediyor. Bu sömürü düzenine aykırı herhangi bir öğreti Avrupa ve Amerika’nın ideolojisine ters düşer. Eğer batılı düşünce devam ederse insan kendi sonunu hazırlıyor demektir; ama bir umut, doğulu düşünce kazanırsa yeni bir uygarlık aşamasına ulaşmış olacağız.
Dünyanın silkinmeye ve daha yaşanabilir bir yer olmaya ihtiyacı var.
Her ne kadar öğreti Çin’den de gelse, batılı sistem türlü oyunlarla tıpkı Rusya’ya ve diğer ülkelere yaptığı gibi Çin’e de sinsice girip, başta gençliği yozlaştırıp çürütmenin, değerleri yok etmenin yollarını aramaktadır. Bunun en bariz örneğini evinde bir süre kalma fırsatı bulduğum hocamdan duydum. Kendisi ulvi öğretiler peşinde koşarken, çocuğunu sırf iyi İngilizce öğrensin diye gönderdiği kolej deneyiminden sonra bana sadece şunu söyledi: “O artık bir Çinli değil!”
Eğer Çin, Batıyla teknoloji alanında işbirliği ve rekabet içine girerken kendi değerlerinden uzaklaşmaya başlar ve kapitalist düzenin büyüsüne kapılırsa, haritanın o kısmı da hastalanacak demektir.
Bruce Lee’nin su gibi olmayla ilgili videolarını hepimiz izlemişizdir. Su yeri geldiğinde engelleri aşar, yeri geldiğinde çukurları doldurur. Zayıf görünse de kayaları aşındıran odur. Boşluk Taozimde bir potansiyelin varlığına işaret eder. Her şey mümkündür, hiçbir şey için geç değildir. Dolu olanın ise başka seçeneği kalmamıştır. Ya dolu kalmak için savaş verecek, yeni olan her şeyi reddedecek, ya da boşalmayı bilecektir.
Bu yüzden öğretide rekabete yer yoktur. Azla yetinmek, mütevazi bir yaşam sürmek esastır. Eşya biriktirmek, maddiyat ve değerli şeyler büyük yüklerdir. Zira bunlara sahip olmak bu sefer onları korumayı ve elde tutma çabasını, ve hatta kaybetme korkusunu beraberinde getirir. Rekabet etmeyen insanlar birbirine daha saygılı ve sevgi dolu olurlar. Arkadan iş çevirmezler. Kavga etmezler. Yardımsever olurlar ve yardımı çıkar için yapmazlar.
Nüfusu giderek artan, kaynaklarını ise hızla tüketen insanoğlu doğadan gittikçe uzaklaşmıştır. Tüm bunlara rağmen ihtiyaç fazlası üretim devam etmekte, üretim fazlası da üremenin çoğalmasına yol açmaktadır. Kapitalist düzen her şeye rağmen her gün daha da fazlasını istemekte, kimse azla yetinmemektedir. İnsanları daha fazla istemeye iten sistem daha fazla üretim yapar ve daha da zengin olur.
İnsan dışında her şey doğaya uygun yaşar. Çiçekler, ağaçlar, börtü, böcek tüm canlılar ve varoluş doğayla uyum içindedir. Bir çiçek başka bir çiçeği renginden ya da daha güzel koktuğundan dolayı yargılamaz. Üzerine kar yağdığı zaman küfretmez. Bir hayvan başka bir canlıyı tamamen yok etmeye yönelik yaşamaz. Avlanmanın ya da bölgesini korumanın dışında keyfi bir saldırıda bulunmaz. Eskiden bu durum insanlık için de geçerliydi. Avcı-toplayıcı toplumlar da aynı mantıkla yaşardı. O zamanlar kabileler vardı. Herkes kendi bölgesini korumak için diğerine saldırır ancak hiçbir zaman diğer kabileyi yok etmeye yönelik bir hırsa kapılmazdı. Böylece herkes kendi değerlerini korumuş olurdu Tüm bu düzen tarım devriminin gelmesiyle insanların yerleşik hayata geçmesi ve köylerin, derken kasabaların ve krallıkların, imparatorlukların kurulmasına kadar giden süreçle bozuldu. Yerleşik hayat süren ve sürekli üreten insanlar, sürekli de üremeye başladı. Zira üretim ve üreme arasında inanılmaz bir denge vardı. Son yüzyılın sadece son yarısı bile olmayan bir zaman diliminde insan nüfusu iki katına çıktı.
Bir yandan Taoizm anlatayım diyorum, diğer yandan kopup gidiyorum.
Tao Te Ching olayların doğal seyrine müdahale etmeme anlamına gelir. Yani olayların kendiliğinden oluşmasına izin vermektir. Yağmur istiyorsan çamura küfretmeyeceksin. Yağmur doğal yoldan yağarsa senindir ama yağmur bulutları yaratmaya çalışıp, yapay yağmurlar yağdırmaya çalışmak doğaya müdahaledir. Sadece ihtiyaç fazlası üretime dur diyerek nüfus planlaması yapabilecekken, insanlara kondom dağıtmak ya da bir takım virüsler üreterek veya depremler yaratarak kitlesel azalmalar yaratmak çözüm değildir. Nasıl yaratıldığını ve işleyişini bilmediğiniz bir şeye, biliyormuş gibi müdahale etmek ve ona üstün gelmeye çalışmak, ona sadece uyum sağlamaya çalışmaktan daha zor ve aptalcadır.
Kendine uygarlık diyen ve sırf kendi çıkarları ve sömürgeleri uğruna yüz milyarlarca insanın ölümüne neden olan Batı uygarlığı uygarlık lafını kesinlikle hak etmiyor.
Öldürmemek, rekabet etmemek, sevmek ve mütevazilik… bunlar Taoizm’in temel ilkeleridir. Bu hiçbir toplumun tarihinde yok. Çin’in tarihinde de yok. Dinlerin tarihinde bile yok. Kitaplarında yazmasına rağmen… Dini yayma uğruna öldüren, kendi dindaşları arasında bile birbirini hâlâ öldüren toplumlar mevcut. Müslüman’ı Müslüman’a kırdıran batı, çıkarları uğruna uygarlığını kaybediyor. Dindar kesilen Ortadoğu ise cehaletinin, öfkesinin ve sevgisizliğin kurbanı oluyor. Bu yüzden Taoizm taze bir ihtiyaç olarak hala gerekliliğini koruyor.
Yin-yang, yani karşıtların birliği, dünyaya denge getirecek tek kavramdır. Her şey zıddıyla birdir. Yin-Yang’la ilgili daha önceki yazımıa Kim Yin Kim Yang linkinden ulaşabilirsiniz.
Tüm tarih boyunca en mutlu toplumlar ilkel köy toplumları olmuştur. Yerleşik yaşam sonucu ulaşılan kentsel ve kurumsal yaşam bizi bitiren şey olmuştur. Otorite insan ve toplum üzerinde bir güç inşa eder. İnsanlar da bunu körü körüne kabul ederler. Hiçbir devlet otoritesi toplumları şimdiye dek mutlu etmeye yetmemiştir. Bundan sadece otoriteler sorumlu değildir. İnsanlar da hiçbir zaman öğretideki kadar masum değildir. Dünya sömürülemeyecek kadar zengin ve özgürdür.

İnsan Bilgisayar Gibidir

İnsan bilgisayar gibidir. Her hücremiz bilgisayarın en ufak parçacıklarına benzer ve aynen bilgisayardaki gibi kodlanıp programlanabilir. Çocukluğumuzdan beri bizlere de yapılan budur. Büyüme, yaşlanma ve ölümle sonuçlanan süreç tamamıyla bedenimizin kodlanması sonucudur.
Kabullenip kendi kendimize yarattığımız her düşünce, ışık hızıyla gerçekleşmek üzere harekete geçer ve önce bedende kendini gösterir. Bedenin kendisi de enerjinin maddeleşmiş halidir zira.
Bedendeki sonsuz hayat gücü ya da ölümsüzlük dediğimiz şey, insanın hayatta kalma içgüdüsü edinmesiyle ve maddeleştirdiği bedenin büyüsüne kapılmasıyla yok olmaya başladı. Her ne kadar beynimizin sürekli mantık yürütmesinden yakınsak da aslında beyin mantık yürütemez hale getirildiğinden, mantık gücü azaldıkça yerini korkulara bırakmaya başladı. Düşünceleri beyin değil korkular yönetmeye başladı. Korkular beraberinde hastalıkları, acı ve ıstırapları, kin ve nefreti, ölümleri getirdi. Bu hayatta kalma içgüdüsü de hücrelerde kodlanıp programlanarak nesilden nesile genetik kod olarak aktarılmaya başlandı.
Bedensel deneyimlere hapsolan bizler içimizdeki Tanrı’dan uzaklaşmaya başladık. Maddenin içinde sınırlı yaşamlar sürülmeye başlandı. Bu sınırlamalar gün geçtikçe daha da abartıldı. Evrenin sınırsızlığı düşüncelerle yok edildi. Bedenlerin içinde hapsolan insanlar birbirlerinin egolarından etkilenmeye ve onların etkisi altında kalmaya başladı. Bunlardan kimisi bazı mistik ve liderlik özelliklerini öne çıkararak diğerleri üzerinde üstünlük kurmaya başladı. Güdülmeye hazır koyun sürülerini görenlerin iştahları kabardı ve güçlerini artırabilmek için korku toplumu yaratmaya başladılar. İnsanı yönetmek için kaba kuvvet, kılıç, silah kullanmaya gerek olmadan böylesine basit bir şekilde yönetebilmek harikaydı. Bunun için yapılaması gereken tek şey ise Tanrının içimizde olduğu gerçeğinden insanları uzaklaştırmak oldu. “O” bizim dışımızda var olan, çok uzaklarda bir yerdeydi. İnsana defalarca dikte ettirilen bu yanılsamalar bir süre sonra insanın gerçeği haline geldi. Mantığın yerini artık korku aldığı için her masalı dinlemeye hazır bir toplum üretildi. Tanrıyı bilmenin, ona ulaşmanın tek yolunun peygamberler, din adamları ve din kurumlarından geçtiğine inandırıldılar. Kolektif bilinç her şeyi ele geçirdi. İnsanın kendi serüvenlerini yaşama hakkı elinden alındı.
İçindeki sonsuz gücü unutan insan korku içinde, kendini savunmasız, aciz ve ölümlü olarak kodlamaya başladı. Ölüm öğretilirken hayat unutturuldu. İnsan öğretilirken Tanrı unutturuldu. Tanrı sadece cezalandıran ya da mükafatlandıran uzak bir meta olarak kabul edildi. Kodlanıp kabul ettiğimiz yanılsama (illüzyon) kendimiz de dahil etrafımızdaki her şeyi yaratmaya başladı.
Öğreti içinde yüzen, diğerlerine göre nispeten aydınlanmış pek çok ruhani insan bile halen her şeyi bilme ve yapabilme gücünde olduğunu idrak etmekten çok uzak. Buna ben de dahilim. Bu yüzden de halen yönetilmeye ve masal dinlemeye devam ediyoruz. Daha doğrusu buna izin veriyoruz, göz yumuyoruz.
Tanrıya ulaşmanın yolu birtakım mekanik araçlardan geçiyor: dualar, ritüeller, meditasyonlar, ayinler, oruçlar, dini zorunluluklar… bunlara kapıldıkça ruhumuzdan uzaklaşıyor, Tanrının da cennetin de aslında içimizde olduğu gerçeğinden uzaklaşıp duruyoruz.
İçimizdeki Tanrı düşüncedir. Zira düşünce en büyük yaratıcıdır. Düşünce ışık hızında yol alır, amacına ulaşır ve gerçekleşir. Düşünce enerjidir ve illaki maddeye dönüşür. Düşündüğünüz ve hissettiğiniz şeyler hayatınızın gerçeği haline dönüşür.
Kendini sınırların içine hapsetmekten vazgeçen insan hayatın gerçekleriyle ilgili sorular sormaya başlar. Hayatı ve yaşanan şeyleri sorgular. Aynı çocukların bıktıran “nedeeen?” soruları gibi.
Sorgulamaya başlayan insan neden hükümetlerin ikiyüzlülüklerinin, dogmaların, törelerin, toplumun esiri olduğunu ve bunların kendisini nasıl, ne denli etkilediğini sorgulamaya başlar. Bu sorgulamayı yapabilen insanlar, sınırlarını aşabildikleri için diğer insanları da daha çok sevebilmeyi başarırlar. Hayatın gerçekliğinde hiçbir şey başka bir şeyden daha üstün, daha güzel, daha iyi değildir. Her şey birdir ve eşittir. Her şey maddeleşme halindedir. Bunun aksini sadece kolektif düşünce yaratır.
Sizden pek çok şey alınabilir. Sizden henüz alınamayacak tek şey bilgidir. Bilgi size yaratma yeteneği verir. Bu da içinizdeki tanrıyı serbest bırakmanın bir yoludur. Bilgi size özgürlüğünüzü getirir. Bilgin varsa korkun yoktur; zira bilinmeyenden korkulur. Sizi esir eden, tahrik eden, korkutan, bastıran hiçbir şey kalmaz. Korkunun üzerine bilgiyle gitmek aydınlanmanın ta kendisidir.
İnsanlığı asırlardır yöneten korkuların, masalların ve dayatmaların gerçek olmadığını anladıklarında, insanlar kim oldukları gerçeğine daha da yakınlaşıyorlar. Tanrı korkusu yerini sevgiye bırakıyor. İnsan sevdiği şeyden neden korksun ki?
Eğer beyniniz tam kapasite çalışsaydı maddeleşmiş bedeninizi tekrar enerjiye yani ışığa çevirip sonsuza dek yaşayabileceğini biliyor musunuz? Eksilen bir uzvunuzu düşünce gücüyle tekrar var edebileceğinizi? Bedeninizi kusursuz bir şekilde iyileştirebileceğinizi? Hatta ve hatta şekil değiştirebileceğinizi? Ya da bedeniniz de dahil olmak üzere bir yerden bir yere ışınlanabileceğinizi?
Bunlar dehşet verici geliyor kulağa. Özellikle kimimiz yapabilir kimimiz yapamaz durumda olursa, yapanlar yapamayanlar üzerinde nasıl bir üstünlük kuracak kim bilir?
Beyin sanıldığının aksine düşünce üretmez. Düşünceler özden gelir. Biz buna Qigong gibi öğretilerde Dantien diyoruz. Hani “karnımızdaki ikinci beyin” olarak yer alan kısım; ama aslında asıl beyin ya da ruhun olduğu yerdir burası. Beyin gelen düşünceleri elektrik akımına çevirip, bunları harmanlayıp, yorum katarak merkezi sinir sistemi vasıtasıyla bedenin her noktasına yayar. Eğer deneyimler, travmalar ve anılar devreye sokulursa beynin buna kattığı yorumla ilk saf ve temiz düşünce bambaşka hallere gelebilir.
Her düşüncenin de belli bir frekansı vardır. Beynin bu frekansları alabilmesi hipofiz bezi (3. Göz) sayesinde olur. Bu bir nevi frekans ölçen bir alet gibidir. Beyni yöneten asıl merkez burasıdır. 7. Çakra olarak da bilinir. Beynin değişik kısımlarını değişik frekansları alabilmesi için aktif hale getirir. Düşüncenin sınırsız olmasını sağlayan, kapasitesini artıran ve bedene yayılacak hale getiren yer burasıdır. Tüm deneyimlerin kapısını açan yer de burasıdır.
Hipofiz beyni kullanarak salgıladığı hormonları epifize akıtır. Epifiz 6. Çakra olarak da bilinir. Omuriliğin hemen üstünde yer alan epifiz aldığı bilgileri omurilik vasıtasıyla salgıladığı hormonlarla bedene yayar. Böylece düşünce frekansları bedene yayılır. Kana karışan bu salgılar bedende denge ve uyum sağlar. Düşüncenin frekansı yükselirse hormonların sayısı da artar. Beyin böylece daha yüksek frekansta titreşimlere hazır hale gelir.
Düşünce ilk Dantiene geldiği zaman Dantien seçim yapmaz. Düşünceyi olduğu gibi kabul eder. Yargılamaz. Yorum katmaz. Düşünce beyne ulaştığı zaman mantık süzgecinden geçer ve egoya takılır.
Egoyu anlatmaya gerek yok, hepinizde fazlasıyla olan ve bundan muzdarip olduğunuz kolektif bir eğilimdir kendisi. Egonun beyne girmesine izin verdiği her düşünce frekansı elektrik akımına çevrildikten sonra bu frekansa beynin hangi tarafı uygunsa hipofiz tarafından orası aktif hale getirilir. O da gerekli akımı epifize yönlendirir. Epifiz aynı zamanda merkezi sinir sistemini yöneten yerdir. Elektriksel düşüncenin ana yolu omuriliktir. Biz buna Qigong’da Du meridyeni diyoruz yani merkez meridyeni. Yol alan elektriksel akım kuyruk sokumuna kadar gelir. Buradan da kana karışarak bedenin her yönüne, her hücresine dağılır. Elektrik akımı hücreleri titreştirerek onların kendini kopyalamasını sağlar. Bir nevi klonlama yöntemidir bu. Hücreler kendi kendini yeniler. Yani düşünce bize hayat veren şeydir aslında.
Düşünce bedeni besledikçe bedenin her hücresi buna yanıt verir. Bu da duygu ve hisleri yaratır. Duygu da kayıt altına alınmak üzere ruha havale edilir.
Bilgisayara benzeyen bedenimizde ruh, en büyük hafızaya sahip harddisktir. Tarafsız bir kayıt cihazıdır. Duygusal hissettiğiniz bir anda bir düşünceyi çağrıştırıyorsunuzdur. Ruh bu hissi yeniden kullanabilmeniz için kayıt altında tutar. Bellek bu şekilde oluşur.
Bellek işin özüdür; tamamen duygusaldır. Duygular görsel imajı yaratır. Yani resim, ses, tat gibi şeyleri kaydetmez. Onlara ait duyguları kaydeder.
Adını koyabildiğiniz her şey deneyim ve travmalara bağlı birer duygudur. Çiçeği görür, koklar ya da tadarsınız. Onu hissedersiniz. Onu çiçek yapan duygusal deneyimlerinizdir. Çiçeği kendi deneyimlerinize göre hissetmişsinizdir. Düşünce hissedildiğinde ortaya çıkan duygu kayıt altına alınır. Bu bilgi tüm bedene yayılır. En son beyniniz duyguyu tanımlayacak bir sözcük üretir: Çiçek!
Bilgi bir şeyin kanıtlanması değil, duygusal olarak deneyimlenmesidir. Ancak hissedebildiğiniz zaman “biliyorum” dersiniz. İstediğiniz her şeyi bilmekle, ışık hızında bunu gerçekleştirme yeteneği hepimizde var.
Arzularınızı gerçekleştirmek için gereken tek şey arzularınızı hissetmektir.