İnsan bilgisayar gibidir. Her hücremiz bilgisayarın en ufak parçacıklarına benzer ve aynen bilgisayardaki gibi kodlanıp programlanabilir. Çocukluğumuzdan beri bizlere de yapılan budur. Büyüme, yaşlanma ve ölümle sonuçlanan süreç tamamıyla bedenimizin kodlanması sonucudur.
Kabullenip kendi kendimize yarattığımız her düşünce, ışık hızıyla gerçekleşmek üzere harekete geçer ve önce bedende kendini gösterir. Bedenin kendisi de enerjinin maddeleşmiş halidir zira.
Bedendeki sonsuz hayat gücü ya da ölümsüzlük dediğimiz şey, insanın hayatta kalma içgüdüsü edinmesiyle ve maddeleştirdiği bedenin büyüsüne kapılmasıyla yok olmaya başladı. Her ne kadar beynimizin sürekli mantık yürütmesinden yakınsak da aslında beyin mantık yürütemez hale getirildiğinden, mantık gücü azaldıkça yerini korkulara bırakmaya başladı. Düşünceleri beyin değil korkular yönetmeye başladı. Korkular beraberinde hastalıkları, acı ve ıstırapları, kin ve nefreti, ölümleri getirdi. Bu hayatta kalma içgüdüsü de hücrelerde kodlanıp programlanarak nesilden nesile genetik kod olarak aktarılmaya başlandı.
Bedensel deneyimlere hapsolan bizler içimizdeki Tanrı’dan uzaklaşmaya başladık. Maddenin içinde sınırlı yaşamlar sürülmeye başlandı. Bu sınırlamalar gün geçtikçe daha da abartıldı. Evrenin sınırsızlığı düşüncelerle yok edildi. Bedenlerin içinde hapsolan insanlar birbirlerinin egolarından etkilenmeye ve onların etkisi altında kalmaya başladı. Bunlardan kimisi bazı mistik ve liderlik özelliklerini öne çıkararak diğerleri üzerinde üstünlük kurmaya başladı. Güdülmeye hazır koyun sürülerini görenlerin iştahları kabardı ve güçlerini artırabilmek için korku toplumu yaratmaya başladılar. İnsanı yönetmek için kaba kuvvet, kılıç, silah kullanmaya gerek olmadan böylesine basit bir şekilde yönetebilmek harikaydı. Bunun için yapılaması gereken tek şey ise Tanrının içimizde olduğu gerçeğinden insanları uzaklaştırmak oldu. “O” bizim dışımızda var olan, çok uzaklarda bir yerdeydi. İnsana defalarca dikte ettirilen bu yanılsamalar bir süre sonra insanın gerçeği haline geldi. Mantığın yerini artık korku aldığı için her masalı dinlemeye hazır bir toplum üretildi. Tanrıyı bilmenin, ona ulaşmanın tek yolunun peygamberler, din adamları ve din kurumlarından geçtiğine inandırıldılar. Kolektif bilinç her şeyi ele geçirdi. İnsanın kendi serüvenlerini yaşama hakkı elinden alındı.
İçindeki sonsuz gücü unutan insan korku içinde, kendini savunmasız, aciz ve ölümlü olarak kodlamaya başladı. Ölüm öğretilirken hayat unutturuldu. İnsan öğretilirken Tanrı unutturuldu. Tanrı sadece cezalandıran ya da mükafatlandıran uzak bir meta olarak kabul edildi. Kodlanıp kabul ettiğimiz yanılsama (illüzyon) kendimiz de dahil etrafımızdaki her şeyi yaratmaya başladı.
Öğreti içinde yüzen, diğerlerine göre nispeten aydınlanmış pek çok ruhani insan bile halen her şeyi bilme ve yapabilme gücünde olduğunu idrak etmekten çok uzak. Buna ben de dahilim. Bu yüzden de halen yönetilmeye ve masal dinlemeye devam ediyoruz. Daha doğrusu buna izin veriyoruz, göz yumuyoruz.
Tanrıya ulaşmanın yolu birtakım mekanik araçlardan geçiyor: dualar, ritüeller, meditasyonlar, ayinler, oruçlar, dini zorunluluklar… bunlara kapıldıkça ruhumuzdan uzaklaşıyor, Tanrının da cennetin de aslında içimizde olduğu gerçeğinden uzaklaşıp duruyoruz.
Tanrıya ulaşmanın yolu birtakım mekanik araçlardan geçiyor: dualar, ritüeller, meditasyonlar, ayinler, oruçlar, dini zorunluluklar… bunlara kapıldıkça ruhumuzdan uzaklaşıyor, Tanrının da cennetin de aslında içimizde olduğu gerçeğinden uzaklaşıp duruyoruz.
İçimizdeki Tanrı düşüncedir. Zira düşünce en büyük yaratıcıdır. Düşünce ışık hızında yol alır, amacına ulaşır ve gerçekleşir. Düşünce enerjidir ve illaki maddeye dönüşür. Düşündüğünüz ve hissettiğiniz şeyler hayatınızın gerçeği haline dönüşür.
Kendini sınırların içine hapsetmekten vazgeçen insan hayatın gerçekleriyle ilgili sorular sormaya başlar. Hayatı ve yaşanan şeyleri sorgular. Aynı çocukların bıktıran “nedeeen?” soruları gibi.
Sorgulamaya başlayan insan neden hükümetlerin ikiyüzlülüklerinin, dogmaların, törelerin, toplumun esiri olduğunu ve bunların kendisini nasıl, ne denli etkilediğini sorgulamaya başlar. Bu sorgulamayı yapabilen insanlar, sınırlarını aşabildikleri için diğer insanları da daha çok sevebilmeyi başarırlar. Hayatın gerçekliğinde hiçbir şey başka bir şeyden daha üstün, daha güzel, daha iyi değildir. Her şey birdir ve eşittir. Her şey maddeleşme halindedir. Bunun aksini sadece kolektif düşünce yaratır.
Sizden pek çok şey alınabilir. Sizden henüz alınamayacak tek şey bilgidir. Bilgi size yaratma yeteneği verir. Bu da içinizdeki tanrıyı serbest bırakmanın bir yoludur. Bilgi size özgürlüğünüzü getirir. Bilgin varsa korkun yoktur; zira bilinmeyenden korkulur. Sizi esir eden, tahrik eden, korkutan, bastıran hiçbir şey kalmaz. Korkunun üzerine bilgiyle gitmek aydınlanmanın ta kendisidir.
İnsanlığı asırlardır yöneten korkuların, masalların ve dayatmaların gerçek olmadığını anladıklarında, insanlar kim oldukları gerçeğine daha da yakınlaşıyorlar. Tanrı korkusu yerini sevgiye bırakıyor. İnsan sevdiği şeyden neden korksun ki?
Eğer beyniniz tam kapasite çalışsaydı maddeleşmiş bedeninizi tekrar enerjiye yani ışığa çevirip sonsuza dek yaşayabileceğini biliyor musunuz? Eksilen bir uzvunuzu düşünce gücüyle tekrar var edebileceğinizi? Bedeninizi kusursuz bir şekilde iyileştirebileceğinizi? Hatta ve hatta şekil değiştirebileceğinizi? Ya da bedeniniz de dahil olmak üzere bir yerden bir yere ışınlanabileceğinizi?
Bunlar dehşet verici geliyor kulağa. Özellikle kimimiz yapabilir kimimiz yapamaz durumda olursa, yapanlar yapamayanlar üzerinde nasıl bir üstünlük kuracak kim bilir?
Beyin sanıldığının aksine düşünce üretmez. Düşünceler özden gelir. Biz buna Qigong gibi öğretilerde Dantien diyoruz. Hani “karnımızdaki ikinci beyin” olarak yer alan kısım; ama aslında asıl beyin ya da ruhun olduğu yerdir burası. Beyin gelen düşünceleri elektrik akımına çevirip, bunları harmanlayıp, yorum katarak merkezi sinir sistemi vasıtasıyla bedenin her noktasına yayar. Eğer deneyimler, travmalar ve anılar devreye sokulursa beynin buna kattığı yorumla ilk saf ve temiz düşünce bambaşka hallere gelebilir.
Her düşüncenin de belli bir frekansı vardır. Beynin bu frekansları alabilmesi hipofiz bezi (3. Göz) sayesinde olur. Bu bir nevi frekans ölçen bir alet gibidir. Beyni yöneten asıl merkez burasıdır. 7. Çakra olarak da bilinir. Beynin değişik kısımlarını değişik frekansları alabilmesi için aktif hale getirir. Düşüncenin sınırsız olmasını sağlayan, kapasitesini artıran ve bedene yayılacak hale getiren yer burasıdır. Tüm deneyimlerin kapısını açan yer de burasıdır.
Hipofiz beyni kullanarak salgıladığı hormonları epifize akıtır. Epifiz 6. Çakra olarak da bilinir. Omuriliğin hemen üstünde yer alan epifiz aldığı bilgileri omurilik vasıtasıyla salgıladığı hormonlarla bedene yayar. Böylece düşünce frekansları bedene yayılır. Kana karışan bu salgılar bedende denge ve uyum sağlar. Düşüncenin frekansı yükselirse hormonların sayısı da artar. Beyin böylece daha yüksek frekansta titreşimlere hazır hale gelir.
Düşünce ilk Dantiene geldiği zaman Dantien seçim yapmaz. Düşünceyi olduğu gibi kabul eder. Yargılamaz. Yorum katmaz. Düşünce beyne ulaştığı zaman mantık süzgecinden geçer ve egoya takılır.
Egoyu anlatmaya gerek yok, hepinizde fazlasıyla olan ve bundan muzdarip olduğunuz kolektif bir eğilimdir kendisi. Egonun beyne girmesine izin verdiği her düşünce frekansı elektrik akımına çevrildikten sonra bu frekansa beynin hangi tarafı uygunsa hipofiz tarafından orası aktif hale getirilir. O da gerekli akımı epifize yönlendirir. Epifiz aynı zamanda merkezi sinir sistemini yöneten yerdir. Elektriksel düşüncenin ana yolu omuriliktir. Biz buna Qigong’da Du meridyeni diyoruz yani merkez meridyeni. Yol alan elektriksel akım kuyruk sokumuna kadar gelir. Buradan da kana karışarak bedenin her yönüne, her hücresine dağılır. Elektrik akımı hücreleri titreştirerek onların kendini kopyalamasını sağlar. Bir nevi klonlama yöntemidir bu. Hücreler kendi kendini yeniler. Yani düşünce bize hayat veren şeydir aslında.
Düşünce bedeni besledikçe bedenin her hücresi buna yanıt verir. Bu da duygu ve hisleri yaratır. Duygu da kayıt altına alınmak üzere ruha havale edilir.
Bilgisayara benzeyen bedenimizde ruh, en büyük hafızaya sahip harddisktir. Tarafsız bir kayıt cihazıdır. Duygusal hissettiğiniz bir anda bir düşünceyi çağrıştırıyorsunuzdur. Ruh bu hissi yeniden kullanabilmeniz için kayıt altında tutar. Bellek bu şekilde oluşur.
Bellek işin özüdür; tamamen duygusaldır. Duygular görsel imajı yaratır. Yani resim, ses, tat gibi şeyleri kaydetmez. Onlara ait duyguları kaydeder.
Adını koyabildiğiniz her şey deneyim ve travmalara bağlı birer duygudur. Çiçeği görür, koklar ya da tadarsınız. Onu hissedersiniz. Onu çiçek yapan duygusal deneyimlerinizdir. Çiçeği kendi deneyimlerinize göre hissetmişsinizdir. Düşünce hissedildiğinde ortaya çıkan duygu kayıt altına alınır. Bu bilgi tüm bedene yayılır. En son beyniniz duyguyu tanımlayacak bir sözcük üretir: Çiçek!
Bilgi bir şeyin kanıtlanması değil, duygusal olarak deneyimlenmesidir. Ancak hissedebildiğiniz zaman “biliyorum” dersiniz. İstediğiniz her şeyi bilmekle, ışık hızında bunu gerçekleştirme yeteneği hepimizde var.
Arzularınızı gerçekleştirmek için gereken tek şey arzularınızı hissetmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder