Yaşamaya korkar hale geldik. Hayatımız gerçek bir “survivor” ekranınında hayatta kalma çabasıyla geçiyor. Bunun ise tek nedeni korkularımız.
Nefes
İte kaka yaşadığımız hayatı ise yeterince solumuyoruz. Halbuki henüz vergilendirilmediğimiz bedava tek şey hava iken bunu bile beceremiyoruz. Eskiden şarkılarda hava bedava, su bedava diye geçerdi. Artık içtiğimiz suya da para veriyoruz. Üstelik niteliksiz, florürlü ve komplo teorilerine çok açık bir şekilde “damacana insanlar” olduk.
Yetersizliklerle dolu hayatımızda, hücrelerimizin yaşamsal kısımları da aynı bizler gibi oksijen kıtlığı çekiyor ve yetersiz besleniyor. Hepimizin günün her saati, her saniyesi dolu dolu, uzun, derin ve tam nefes almaya ihtiyacı var. Gün gelecek, tüm kurumsal şirketlerde, okullarda ve sosyal kuruluşlarda insanlara nasıl nefes alacakları konusunda zorunlu eğitimler verilecek. Çünkü nefes almaktan bu kadar uzaklaşıyoruz.
Yetersizliklerle dolu hayatımızda, hücrelerimizin yaşamsal kısımları da aynı bizler gibi oksijen kıtlığı çekiyor ve yetersiz besleniyor. Hepimizin günün her saati, her saniyesi dolu dolu, uzun, derin ve tam nefes almaya ihtiyacı var. Gün gelecek, tüm kurumsal şirketlerde, okullarda ve sosyal kuruluşlarda insanlara nasıl nefes alacakları konusunda zorunlu eğitimler verilecek. Çünkü nefes almaktan bu kadar uzaklaşıyoruz.
Akciğer kanserlerinin pek çoğu, sanıldığın aksine, sigaradan değil, insanların gerçekten nefes almaya vakitleri olmadığından kaynaklanıyor. Nefesi doğru ve yeterince alan insan oksijen yönünden zenginleşince, etrafındaki yanılsamalar kalkar ve kendi gerçekleri de zenginleşmeye başlar. Eğer kişisel kaderinizi değiştirmek ve kendiniz yönlendirmek istiyorsanız hemen, şimdi, şu anda doğru nefes alıp vermeye başlayın.
Qigong eğitimleri verirken nefesi en başa koymamızın nedeni de budur. Hareketleri ve meditasyonu yapmaya vakit ayıramadıklarını söyleyip bin bir bahane üreten öğrenicinin “nefes almaya vaktim yok” deme lüksü yoktur.
Uyku
Gününüzün ne denli uzun sürdüğüne, savaşınızın ne denli zorlu geçtiğine veya saatin kaç olduğuna bakmaksızın, ‘ayık’ olarak uykuya daldığınızdan emin olun. Zira çoğumuz nasıl ölmeyi umuyorsa uykuya da o şekilde dalıyor. Enerjilerini doğru yönetemeyen insanlar günün sonunda tükenmişlik sendromuyla uykuya dalıyor. Yatağa canlı değil ölü olarak yatıyorlar. İnsanın uykuya dalış şekli yaşam kalitesi hakkında çok paralel bir bilgi verir. Dünyanın büyük bir kısmı, oynadıkları sahnede neler olup bittiğinin farkına varmadan birbirine iyi geceler dileyip yatağına giriyor. Uykunun ölümü temsil eden bir eylem olduğunu kavradığında kimse eskisi gibi rahat yatağına giremeyecek. Savaşçılar uyurken kendilerini bir başkasının görmesine asla izin vermezmiş, zira bu zayıflık işaretiymiş. İnsanlar inanç sisteminin üstündeki binlerce yıllık tozunu silkeleyip uykudan uyanma durumuna gelmiştir.
Zihin
Öğretilmiş çaresizliklerin hepsi ama hepsi zihinsel zehirler bizim için. Uyku, yeme, içme, seks, hastalık, yaşlılık ve ölüm… hayatımızı bunlar yönetiyor!
Enerjin maddeleşmiş hali olan bedenimiz bizim yaşam mücadelesi verdiğimiz yer. Elinin tersiyle geri çevirdiğin her yiyecek, her içki, her sigara, her ilaç; uykudan yırtılan her saat; seyredilmeyen her haber, her dizi, açılmayan her televizyon; iradeye sahip olduğumuz her an savaştan galip çıktığımız andır. Tüm bu saydıklarım ve saymadıklarım insanın enerji kaybında önemli rol oynar.
Dinsel ve toplumsal geleneklere bağlı insanlar, hipnotik uykularından uyanarak doğudaki gibi bir öğretiyi izlemeye başladıkları zaman, düşünce sistemlerinin içine fiziksel olarak da ölümsüzlük fikrinin yerleştiğini görecekler. Ölüm korkusunun alt edilmesi psikolojimizi belirleyen tüm sınırları alt üst edecek ve yaşam kalitemizi artırarak uzun ömürlü bir hayat sürmemizi sağlayacak. Ebedi yaşam, aynı zamanda tüm yoksullukları, hırsızlıkları, suçu ve ahlaksızlığı da beraberinde yok edecek bir panzehir.
Düşüncelerle zehirlediğimiz zihnimiz yüzünden olumsuz duygular ve yıkıcı durumlarla gün içinde pek çok kez kendimizi zaten öldürüyoruz. Yukarıdaki şeylere dikkat edebilirsek en azından daha az ölmeye başlarız. Az öl, çok yaşa…
İnsan daima yaratır. Düşünce ışık hızında hareket eder ve gerçekleşmek için dört döner. Geçmişimiz, şimdimiz ve geleceğimiz beynimizin yarattığı bir yanılsamadır. O yüzden ne deneyimler, ne tarihten alınacak ders, ne de gelecekten beklentiler… Bunların hepsi düşlerimizin birer gölgesidir.
İster yoksulluğa, ister zenginliğe, ister hastalığa, ister ezik olmaya neye inanırsan inan, onu yaratmaya devam edersin.
İnanç pastası o kadar büyüktür ki herkes ama herkes illaki payını alır. Kimsenin inancı bir diğerinden daha üstün değildir, çünkü herkes inancını dibine kadar yaratır ve onu yaşar.
İnsanlar inançlarının gücünü ölmek yerine yaşamaya yönlendirebilseydi, dağları yerinden oynatacak güce sahip olabilirdi. Hastalık, yaşlılık ve ölüm insanların asırlardır tapındığı yegane tanrılar oldu. Yaşamdan, hayallerinden, sevgiden bu şekilde uzaklaşmaya başladılar. Herkes inandığı şeye dönüşmeye başladı. Herkes kendi sefilliğini, hastalığını, ölümünü bozmadan korumaya yemin etmiş gibi yaşamaya başladı.
Yardım kuruluşları, ilaç ve gıda sektörü, dini kurumlar, güzellik merkezleri, kişisel gelişim merkezleri kasıtlı ya da bilinçsizce ölüme hizmet ettiler; ölüm düzenini beslediler. Güzellik, sağlık, refah, huzur ve uzun yaşam mesajlarının altında ölüme kayıtsız şartsız bir bağlılık yatmaktadır.
Çalışmaya ve seçim yapmaya inanan, planların ve programların yapıldığı, gerçeklikten kaçan, doğadan uzaklaşmış bir dünyaya aidiz. İnsanlar gelecek korkuları yüzünden, beklentilere duydukları bağımlılıklarla güven alanı yaratırlar. Bir kuyu kazarak okyanusları içine sığdıramazsın. Plan yapmak bundan ibarettir. Hayatı topluma ve kitlelere uyarak koyun gibi bağımlı olarak yaşadık. Kitleler yıkıcı ve yok edicidir. Her şeyden etkilenen bir mekanizmadır. Kitleler hayal kuramaz. Sadece bireyler kurabilir.
Sıradan insanın sadakat duyduğu tek şey ölümdür. Tek özgürlüğü ise bu ölümün nasıl olacağını kendisinin tayin edebilmesidir. Bunun için de korkularının, yakıcı ve yok edici düşüncelerinin esiri olur.
İnsan bedeni kainattaki en mükemmel mekanizmadır. Bu mekanizmanın içine etmek için kendimize izin verdik. Onu yok eden tüm duygu ve düşünceleri, korkuları, çaresizlikleri yarattık.
Bedenimizdeki tüm organlar duygularımızla özdeşleşir. Başımıza gelen, hazmedemediğimiz, takıntı haline getirip kurtulamadığımız duygular, bağırsaklarda sindirilemeyen besinlerle özdeşleşir. Zehirli düşüncelerden kurtulamazsanız, karaciğer de bedeni zehirlerden arındıramaz hale gelir. Hayattan tat alamadığınız vakit, şeker hastası olursunuz, pankreas iflas eder. Daha pek çok örnek sayılabilir. İşin en ilginci ise zihinle bedene yaptığınız şey gibi, bedeninize ne yaparsanız dünyanın da başına aynı şey gelir. Dünya sen, sen ise odur.
Bu yüzden kendinizi sürekli gözlemleyin. En küçük hücrelerinize kadar varlığınızın farkında olun. Her türlü zehirli düşünceyi, kaygıyı, korkuyu, daha yüreğinizde filizlenmeye başladığı ilk andan itibaren yakalayıp sonlandırın. Korkunun yerine sevgi yükleyin.
Bu yüzden kendinizi sürekli gözlemleyin. En küçük hücrelerinize kadar varlığınızın farkında olun. Her türlü zehirli düşünceyi, kaygıyı, korkuyu, daha yüreğinizde filizlenmeye başladığı ilk andan itibaren yakalayıp sonlandırın. Korkunun yerine sevgi yükleyin.
Sizin dışınızda var olan hiçbir şey sizi mutsuz edemez, ama sizin mutsuzluğunuz dünyadaki tüm mutsuzlukların kaynağı olabilir.
Beden titreşimlerle hareket eden hücrelerden oluşur. O her zaman çocuğun saflığıyla, sevgi ve neşeyle titreşmelidir. Beden asla yalan söylemez.
Kurumsal hayat, bitmeyen seyahatler, 7/24 sanal dünya, şehir hayatı, trafik, aile işleri, hastalıklar, ekonomi, alkol, sigara, ve daha bir dolu bahane kendinizi aklamak için kullanacağınız gerekçelerden başka bir şey değildir. İnsanın bedenini böyle bir duruma sokabilmesi için kendine olan saygı ve sevgisini yitirmiş olması gerekir. Varlık, beden, dünya… Hepsi Bir’dir ve tekdir; aynıdır.
Fani kaderinin, başına gelen tüm berbat olayların, deneyimlerin, kendi dışındaki bir takım engeller ve kötülüklerden kaynaklandığına inanan insan, dünyanın kendisinin bir yansıması olduğunu idrak edemediğinden, yansımayı değiştirmek için önce kendini değiştirmek gerektiğini de idrak edemez.
Kibir, kendinin düzeldiğine ve artık başkalarına yardım etmeye hazır olduğuna inandırır seni. Dünyaya yardım etmek için yapılacak tek şey uykundan uyanmaktır. Dünyanın yardıma muhtaç bir kurban olduğu düşüncesinden kurtul. Onun senden ayrı bir gerçeklik olmadığını bil. Sen ve o Bir’siniz.
Dünyayı iyileştirmek istiyorsan, o halde önce kendini iyileştireceksin. Dünya tam da senin hayal ettiğin gibidir. Düşüncelerinle onu sen yarattın. Bu yüzden hem düşüncelerini hem de bedenini iyileştirerek işe başla. Özüne dön ve özünle bir ol.
Kendini özüne ada. Sadece kendi içindeyken her şeyin farkındalığına varabilirsin. Ancak bu sayede gerçekten düşleyebilir ve düşlerini gerçekleştirebilirsin. Bu sayede sıradan yaşam düzleminden bir adım öteye geçebilirsin.
Varoluşta her şey yavaştır. Gerçek eylem eylemsizlikten gelir. Var olmadığını anladığın an, gerçekten var olursun.
Gönüllü cehaletten sıyrılmayı bir milim bile becerirsen, finans sektöründen papalara, bu piramidin en tepesine kadar sarsıldığını göreceksin. Bunun için birey olmalı, bireysel devrimini gerçekleştirmelisin. Olayların doğasını değiştirmek istiyorsan önce kendi vizyonunu değiştirmen gerekir.
Varoluşta her şey yavaştır. Gerçek eylem eylemsizlikten gelir. Var olmadığını anladığın an, gerçekten var olursun.
Gönüllü cehaletten sıyrılmayı bir milim bile becerirsen, finans sektöründen papalara, bu piramidin en tepesine kadar sarsıldığını göreceksin. Bunun için birey olmalı, bireysel devrimini gerçekleştirmelisin. Olayların doğasını değiştirmek istiyorsan önce kendi vizyonunu değiştirmen gerekir.
Geçmişin gölgesinde sürekli takacak maskeler arıyoruz. Rollerin hapsinden ancak yaşadığımız tekrar eden verimsiz deneyimlerden bıkıp hayal kırıklığı yaşadığımızda kurtuluyoruz. Oyun sırasında kasıtlı olarak bu maskeleri takıp çıkarıyoruz. Halbuki bir rolü oynamak demek, o şeye inanmamak demektir. Adı üstünde rol yapmak… Role kaptırır özdeşleşirsen hayatındaki tek gerçek o olmaya başlar. Bu da seni zamanla bağımlı kılar. Roller sistemin bizi meşgul etmek için üzerimize yüklediği maskelerdir. Bizler de bu maskelerin ardında, “meşgulüm” bahanesiyle yaşamaya devam ederiz.
Oynadığımız rolden kurtulmanın yada özgürleşmenin tek yolu ise o rolü gerçekten hakkını vererek mükemmel bir şekilde oynamayı başarmaktır.
Eğer hücrelerindeki her bir titreşimi değiştirip yükseltmeyi ve sevgiyle doldurmayı başarabilirsen, dünyadaki tüm sıkıntıların, savaşların, yoksulluğun, ötekileştirmenin yok olduğunu ve birlik, beraberlik, uyum ve sevginin var olduğunu göreceksin.
Senin dışında hiçbir güç seni alt edemez.
Hem hayal kurup, hem başkalarına ya da bir şeylere bağımlı olarak yaşayamazsın.
Birey ol. Bağımsız ol. Asi ol. Kimseye bağımlı olma. Var olma nedenin düşlerini gerçekleştirmektir! Hayatı dibine kadar yaşamaktır!
Birey ol. Bağımsız ol. Asi ol. Kimseye bağımlı olma. Var olma nedenin düşlerini gerçekleştirmektir! Hayatı dibine kadar yaşamaktır!
Tüm hücrelerini sevgiyle doldur. Sadece seven insan özgürdür. Ve sadece özgür insan sevebilir. Ve yine sadece seven insan sevdiğini özgür bırakabilir. Özgürlük ve sevgi gerçekliğin iki yüzüdür. Sevmeyenler ise bağımlıdır. Korku doludur. Benzerlik sıradanlıktır. Sıradan insanın bir geleceği yoktur. O hep geçmişiyle yaşar. Tekrara girer. Sıradan insanın gerçeği şüpheler, kaygılar, korkulardan ibarettir.
Sen benzersiz ol. Sıra dışı ol. Aykırı ol. Korkusuz ol. Korkusuzluk sevgiye ve bütünlüğe açılan tek yoldur. Korkusuzluk ancak sen korkacak bir şey olmadığını fark edebildiğinde gerçekleşir.
Silkin ve kendine gel. Uyan.
Hayat güzel. Yaşa onu.
Dibine kadar!
Hayat güzel. Yaşa onu.
Dibine kadar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder