6 Aralık 2015 Pazar

Titreş ve Kendine Gel!

Bu yazımda, uğrunda çabaladığın pek çok şeye ulaşmanı sağlayacak en etkili formülü paylaşacağım seninle, sevgili okur.
Gittiğin eğitimler, kulak verdiğin öğretiler, karşına çıkan ustalar, yol arkadaşları, edindiğin deneyimler, okuduğun kitaplar, seyrettiğin ve dinlediğin eğitsel dokümanlar, aldığın bireysel seanslar, gittiğin falcılar henüz arayışlarına tatmin edici bir cevap veremedi mi?
Öyleyse sıkı dur, birazdan seni tatmin etse de etmese de gerçek cevabı alacaksın.
Sistemin içinde boğulmaya devam ediyor ve buna dur diyemiyorsun. Kimi modern köle olarak yaşamaya devam ediyor, kimiyse işsizlikten ve kariyer sevdasından modern köle olabilmenin sevdası ile yanıp tutuşuyor. Her iki durumda da mutluluk söz konusu değil. Peki nedir mutlu olmanın sırrı?
Bu illüzyonun (yanılsama) hâkimi olan zaman seni yönetmeye devam ediyor. Nefes almaya vaktin yok. Aramızda 7/24 çalışanlar var. Çalışmayıp da evdi, çoluktu, çocuktu derken üzerinde tüm dünyanın yükünü taşıyanlar da var. Ne bir hobiye, ne eğlenceye, ne meditasyona ne de kendine ayıracak ufacık vaktin var. Hayatının kayda değer bir bölümünü trafikte, oradan oraya yetişebilme çabasıyla heba ediyorsun. Haftanın (üstelik 5 iş günü üzerinden hesapladım) bir tam gününü yolda geçiren köprü geçiciler var. Giden sadece zaman olsa iyi; sarf edilen enerji, yaşanan stres, sinir, öfke, tükenmişlik, çaresizlik duyguları da cabası. Kim buna dur diyecek? Nasıl diyecek?
Ben Dalyan’a yerleştim, tuzum kuru. İtiraf ediyorum İstanbul’a geldiğimde, arkadaş evlerinde misafir kalırken , ne çigongne de meditasyon yapmaya vakit bulabiliyorum. O yüzden kaçarcasına geri dönüyorum güvenli bölgeme, ilk uçakla. Peki, benim tuzum kuru, ya diğer insanlar ne yapacak?
İşinde her şey ters gidiyor; bir türlü istediğin maddi imkânlara, kariyere, maaşa kavuşamıyorsun. Para senin için öcü haline gelmiş; bu şartlar altında ulaşılması zor bir şey. Hayallerin var: araba, ev, yeni oyuncaklar, hobi malzemesi, giysiler, çanta, ayakkabı… Bunlara nasıl sahip olacaksın? Hem de güle oynaya, en zahmetsiz yoldan.
Kiminin deli gibi parası var, maaşı iyi, pek çok oyuncağı var elinin altında. Ama harcayacak vakti ve motivasyonu yok. Paylaşacak kimse yok. Sahip oldukları ona sahip olmuş. Mutlu değil. Nasıl mutlu olacak?
İlişkiler! Onun adını bile alma ağzına… İlişkisi yolunda olan kaç kişi var içimizde? Kaç çift örnek çift gösterilebilir? Çok az.Boşanmalar neden bu kadar arttı? Mutlu olanlar el kaldırsın. Nitelikli seks yapan var mı? Kaçınız ilişkisine hapsolmuş durumda? Pardon bir de ilişkisi olmayanlarımız var. O hep aradığın doğru insan nerede? Döndüğün her köşe başında “belki burada karşıma çıkar” umuduyla beklenti içine girdiğin kişi daha ortaya çıkmadı mı? Onu karşına çıkarmanın bir yolu olmalı…
Neden sürekli hasta oluyorsun? Neden hep de seni buluyor? Şıp diye kurtulmanın ya da hiç hasta olmamanın yolu var mı?
Neden insanlar körü körüne ölüyorlar? Neden dünya gittikçe b.ka batıyor? Suni felaketler, terör, baskılar, şiddet, kriz, enflasyon, geçim derdi, yoksulluk, yolsuzluk… Bunlar daha ne kadar devam edecek?
Doğa katliamına, hayvanların çektiği eziyete, virüs gibi her yere yayılıp, yakıp, yıkıp yok etmeye nasıl dur diyeceğiz?
Kendimizi ne zaman tam anlamıyla özgürce ifade edebileceğiz?
Korkmadan yaşamanın bir formülü var mı?
Tıkanan yaratıcılığını nasıl serbest bırakacaksın? Bunları baskılayan şeylerden kendini nasıl kurtaracaksın?
Sen-ben kavgasına, ötekileştirmeye nasıl dur diyeceğiz? Ne zaman BİR olmayı tam anlamıyla idrak edebileceğiz?
Kurban rolünden sıyrılıp seçim ustası olmayı nasıl becereceğiz?
Ayıplarla, günahlarla, kurallarla, yasaklarla yürütülen düzenden ne zaman özgürleşeceğiz?
Haklı olmak yerine mutlu olmayı nasıl başaracağız?
Hayallerin, düşlerin ne zaman olacak? Olunca bunları yerine getirmek nasip olacak mı? Yoksa günü kurtarmaya devam mı edeceksin?
Bedenini durduk yere yaşlandırıp, ölüme programlamaya ne zaman son vereceksin? Ölümsüz olmayı ne zaman deneyimleyeceksin?
Tanık olduğun onca acıya ve zulme seyirci kalmaktan sıkılıp artık kayıtsız kalamayacağın anladığında yapabileceğin ne var?
“Çocuğumu mükemmel yetiştireceğim” derken çocuklarımızın hayatı ve geleceği üzerinden mastürbasyon ve sidik yarışı yapmaya son verip, başarılı çocuklar yerine mutlu çocuklar yetiştirmeyi nasıl becereceğiz?
Bedeninden, kartvizitindeki titrinden, taktığın kravattan, oturduğun masa ya da makamdan, sahip olduğun diploma ya da sertifikadan, başkalarının cübbelerini giyerek sahip olduğun kişilikten, makam arabandan, maldan, mülkten, bankadaki hesabından, cebindeki paradan, adından soyadından bağımsızlaşmayı, “hiç kimse” olmayı ne zaman ve nasıl başaracaksın?
Korkuların ve korkunun türevleri olan tüm o negatif duygu ve düşüncelerin yerine nasıl sadece sevgiyi koyabileceğini biliyor musun?
Medya yalanlarından, zihnini uyuşturan yarışma ve realite şovlardan, şiddet, mutsuzluk ve umutsuzluk içeren adi dizilerden, içinde sevgi barındırmayan haber kanallarından, TV kanallarından, bile bile yalanlarına göz kırpıp suç ortaklığı yaptığın politikacılardan usanmadın mı?
Dinin, siyasetin, ekonominin, eğitimin üzerinde yaratmayı başardığı korku toplumunu nasıl özgürlüğe ve sevgiye dönüştüreceksin?
Hepimizde var olan, ama bir şekilde kendimiz, korkularımız ve sistem tarafından bastırılmış, aslında doğanın ayrılmaz bir parçası olan ama şimdiye dek saklı olduğu için “doğa üstü” diye nitelendirilen yetilerimizle tanışmanın vakti gelmedi mi?
Kaybedenler kulübünün bir üyesi olarak etrafına hep kendin gibi ezikleri çekmekten bıkmadın mı? Kaliteli bir yaşam sürmenin ve hayatına kaliteli insanları çekmenin formülü ne?
Hayatın boyunca travmalar yaşadın, deneyimler edindin. Sonra bu travmalar ve deneyimler seni ele geçirmeye ve yönetmeye başladı. Buna sen izin verdin. Kurban rolünü oynamaktan bıkmadın mı?
Öfkelerin, korkuların, endişelerin, kaygıların, sevilmemenin, aşırı sevginin, takdir görmemenin, hayattan tat almamanın, kendini iade edememenin, yaratıcılıkta tıkanmışlığın, utandırılmanın, aşağılanmanın, toplum baskısının, çaresiz duruma düşmenin, koşullu sevgilerin, aşırı fedakarlıkların, bencilliklerin, hoşgörüsüzlüğün, affetmemenin, eleştirmenin, yargılamanın, yadırgamanın, cinsel takıntıların ve travmaların, değişim korkusunun, hazımsızlığın, aç gözlülüğün, utangaçlığın, patavatsızlığın, takıntılı olmanın, duyarsız olmanın, iktidar manyağı ya da kontrolcü olmanın, küstah ve rekabetçi olmanın, suçlayıcı ve saldırgan olmanın, özsaygı yoksunu olmanın, boş boğaz ve dedikoducu olmanın, dinlemeyi bilmemenin, içe dönük olup kendini ifade edememenin, aşırı maddeciliğin ya da aşırı spiritüel olmanın ve bunlar gibi kendi üretimin olan daha pek çok illüzyonun seni hasta ettiğini görmüyor musun? Bunlardan kolayca sıyrılmanın formülü ne?
Bireysel devrimini gerçekleştirip kendin olmayı nasıl başaracaksın?
Dünya tam da senin düşleyip yarattığın gibidir…
TİTREŞ ve KENDİNE GEL!

Savaşa Hayır

Savaşa karşı mısın diye soruyorlar;
Evet karşıyım.
Mesela veremle savaşa karşıyım. Sigarayla savaşa, kanserle savaşa da karşıyım.
Epilepsi ile savaş,
Veremle savaş,
Hepatitle savaş,
Meme kanseri ve hastalıklarıyla savaş,
Behçet hastalığıyla savaş,
Obeziteyle savaş,
Akciğer hastalıklarıyla savaş derneği var bu ülkede…
Haşereye bile savaş açan bir ülkeyiz biz.
Stresle mücadele konulu eğitimler, akademik çalışmalar var.
İstenmeyen tüylerle mücadele eden bir milletiz…
Tabii ki gerçek anlamındaki savaşa da karşıyım ama savaş karşıtı yürüyüşe de karşıyım. Savaşa savaş açmak ya da savaşla mücadele diye bir şey olamaz. Sadece daimi barış ve koşulsuz sevgi olabilir.
Yukarıda saydığım savaş ve mücadeleler için inanılmaz yatırımlar yapılır, bağışlar toplanır ve bu mücadelenin kurbanı olan insanlar da kanının son damlasına kadar mücadele adına parasını harcamaktan çekinmez.
Ha, bir de bunlar için veremle savaş haftası, meme kanseri haftası gibi özel günler ve haftalar düzenlenir. Basın girer devreye, reklamlar verilir, kampanyalar yapılır. Amaç farkındalığı artırmaktır. Derler ki erken teşhis hayat kurtarır. Herkes koşarcasına ultrasonlara, mamografilere, kan testlerine, şuna buna gider. Hastane denen şirketler para basmaya, ilaç şirketleri coştukça coşmaya başlar.
Bu reklamların, kampanyaların, savaşların, mücadelelerin, sözde artırılmaya çalışılan farkındalığın hepsi ama hepsi bir tek şeye odaklanır: Hastalığın kendisine!
Sürekli hastalıktan, mücadeleden, bunlarla savaştan bahseden sistem hastalığı baş aktör yapar ve beyinlerimiz sağlıklı olmaktan çok hastalığa odaklanır. Bu odaklanma, hastalığı olanların onu daha da beslemesine, sağlıklı olanların da işkillenip hastalık hastası olmasına dek varan bir süreç başlatır.
Sistem aslında kimsenin iyi olmasını gerçekten istemez, çünkü sistem senin benim hastalığımız üzerinden beslenir.
Bir hafta boyunca herhangi bir hastaneye tek bir hasta bile gitmediğini düşünün. Hastanesinden eczanesine, ilaç sektörüne kadar her şey bir anda çöker. Aman kimse hasta olmasın, herkes sağlıklı olsun da çökerse çöksün diyemez, hükümetler bile… Bu yüzden sistemin beslenmesi sizin düzenli, hatta kronik hasta olmanıza bağlıdır.
İnsanlar bedensel durumlarının aynı zamanda zihinsel ve ruhsal durumlarına bağlı olduğunu bir türlü idrak etmek istemezler.
Bilim sürekli hastalıklara çare bulmaya harcar, hem enerjisini, hem vaktini, hem de parasını… Hastalıklara çare bulunamadığı gibi hasta olan insanların sayısı da sürekli artar. Bir zamanlar yaşlılara özgü olan hastalıkların çoğu gencecik insanlarda bile görülmeye başladı.
Peki, kısa keseceğim zira editörüm çok uzun yazılar yazdığımı söyledi :)
Sağlığınıza özen gösterin. Hasta olmayı beklemeyin. Hastalıkları yaratan pek çok neden zihinsel olduğu için sadece bedeninizle var olmayın. Beden-zihin-ruh bütünlüğünü sağlamak için çabalayın. Sadece mutlu olmayı hedefleyin. Haklı olmak yerine mutlu olmayı seçin. Sevginin karşıtı olan her türlü duygu, düşünce ve davranışınızın yerine sevgiyi koyun. Sadece sevgiyle bağdaşan dostlar edinin. Var olanın, sahip olduklarınızın kıymetini bilin. Hayatta bir amaç edinin. Hayalleriniz olsun. Bunları gerçekleştirmek için adım atın ki yol altınızda belirsin. Kendinizi sevin. Sizden taşan sevgiyle beslensin sizi seven herkes. Doğayı sevin. Tüm canlıları sevin. Sizin dışınızda var olan her şeyle bir olduğunuzu ve karşınıza çıkan herkesin ve başınıza gelen her şeyin tam da sizin istediğiniz gibi olduğunu unutmayın. Bu yüzden ne istediğinize dikkat edin. Düşünce ışık hızında hareket eder ve gerçekleşir. Siz de dahil olmak üzere var olan her şey, kendi yarattığınız illüzyondan başka bir şey değildir. Hemen şimdi şu anda nefes almaya başlayın. Meditasyon yapın. Titreşimlerinizi artırın ve maddeleşmiş olan enerji halinizin keyfini çıkarın. Hayat nasıl istiyorsanız o şekilde yaşamaya değer…

17 Ekim 2015 Cumartesi

Dibine Kadar

Yaşamaya korkar hale geldik. Hayatımız gerçek bir “survivor” ekranınında hayatta kalma çabasıyla geçiyor. Bunun ise tek nedeni korkularımız.
Nefes
İte kaka yaşadığımız hayatı ise yeterince solumuyoruz. Halbuki henüz vergilendirilmediğimiz bedava tek şey hava iken bunu bile beceremiyoruz. Eskiden şarkılarda hava bedava, su bedava diye geçerdi. Artık içtiğimiz suya da para veriyoruz. Üstelik niteliksiz, florürlü ve komplo teorilerine çok açık bir şekilde “damacana insanlar” olduk.
Yetersizliklerle dolu hayatımızda, hücrelerimizin yaşamsal kısımları da aynı bizler gibi oksijen kıtlığı çekiyor ve yetersiz besleniyor. Hepimizin günün her saati, her saniyesi dolu dolu, uzun, derin ve tam nefes almaya ihtiyacı var. Gün gelecek, tüm kurumsal şirketlerde, okullarda ve sosyal kuruluşlarda insanlara nasıl nefes alacakları konusunda zorunlu eğitimler verilecek. Çünkü nefes almaktan bu kadar uzaklaşıyoruz.
Akciğer kanserlerinin pek çoğu, sanıldığın aksine, sigaradan değil, insanların gerçekten nefes almaya vakitleri olmadığından kaynaklanıyor. Nefesi doğru ve yeterince alan insan oksijen yönünden zenginleşince, etrafındaki yanılsamalar kalkar ve kendi gerçekleri de zenginleşmeye başlar. Eğer kişisel kaderinizi değiştirmek ve kendiniz yönlendirmek istiyorsanız hemen, şimdi, şu anda doğru nefes alıp vermeye başlayın.
Qigong eğitimleri verirken nefesi en başa koymamızın nedeni de budur. Hareketleri ve meditasyonu yapmaya vakit ayıramadıklarını söyleyip bin bir bahane üreten öğrenicinin “nefes almaya vaktim yok” deme lüksü yoktur.
Uyku
Gününüzün ne denli uzun sürdüğüne, savaşınızın ne denli zorlu geçtiğine veya saatin kaç olduğuna bakmaksızın, ‘ayık’ olarak uykuya daldığınızdan emin olun. Zira çoğumuz nasıl ölmeyi umuyorsa uykuya da o şekilde dalıyor. Enerjilerini doğru yönetemeyen insanlar günün sonunda tükenmişlik sendromuyla uykuya dalıyor. Yatağa canlı değil ölü olarak yatıyorlar. İnsanın uykuya dalış şekli yaşam kalitesi hakkında çok paralel bir bilgi verir. Dünyanın büyük bir kısmı, oynadıkları sahnede neler olup bittiğinin farkına varmadan birbirine iyi geceler dileyip yatağına giriyor. Uykunun ölümü temsil eden bir eylem olduğunu kavradığında kimse eskisi gibi rahat yatağına giremeyecek. Savaşçılar uyurken kendilerini bir başkasının görmesine asla izin vermezmiş, zira bu zayıflık işaretiymiş. İnsanlar inanç sisteminin üstündeki binlerce yıllık tozunu silkeleyip uykudan uyanma durumuna gelmiştir.
Zihin
Öğretilmiş çaresizliklerin hepsi ama hepsi zihinsel zehirler bizim için. Uyku, yeme, içme, seks, hastalık, yaşlılık ve ölüm… hayatımızı bunlar yönetiyor!
Enerjin maddeleşmiş hali olan bedenimiz bizim yaşam mücadelesi verdiğimiz yer. Elinin tersiyle geri çevirdiğin her yiyecek, her içki, her sigara, her ilaç; uykudan yırtılan her saat; seyredilmeyen her haber, her dizi, açılmayan her televizyon; iradeye sahip olduğumuz her an savaştan galip çıktığımız andır. Tüm bu saydıklarım ve saymadıklarım insanın enerji kaybında önemli rol oynar.
Dinsel ve toplumsal geleneklere bağlı insanlar, hipnotik uykularından uyanarak doğudaki gibi bir öğretiyi izlemeye başladıkları zaman, düşünce sistemlerinin içine fiziksel olarak da ölümsüzlük fikrinin yerleştiğini görecekler. Ölüm korkusunun alt edilmesi psikolojimizi belirleyen tüm sınırları alt üst edecek ve yaşam kalitemizi artırarak uzun ömürlü bir hayat sürmemizi sağlayacak. Ebedi yaşam, aynı zamanda tüm yoksullukları, hırsızlıkları, suçu ve ahlaksızlığı da beraberinde yok edecek bir panzehir.
Düşüncelerle zehirlediğimiz zihnimiz yüzünden olumsuz duygular ve yıkıcı durumlarla gün içinde pek çok kez kendimizi zaten öldürüyoruz. Yukarıdaki şeylere dikkat edebilirsek en azından daha az ölmeye başlarız. Az öl, çok yaşa…
İnsan daima yaratır. Düşünce ışık hızında hareket eder ve gerçekleşmek için dört döner. Geçmişimiz, şimdimiz ve geleceğimiz beynimizin yarattığı bir yanılsamadır. O yüzden ne deneyimler, ne tarihten alınacak ders, ne de gelecekten beklentiler… Bunların hepsi düşlerimizin birer gölgesidir.
İster yoksulluğa, ister zenginliğe, ister hastalığa, ister ezik olmaya neye inanırsan inan, onu yaratmaya devam edersin.
İnanç pastası o kadar büyüktür ki herkes ama herkes illaki payını alır. Kimsenin inancı bir diğerinden daha üstün değildir, çünkü herkes inancını dibine kadar yaratır ve onu yaşar.
İnsanlar inançlarının gücünü ölmek yerine yaşamaya yönlendirebilseydi, dağları yerinden oynatacak güce sahip olabilirdi. Hastalık, yaşlılık ve ölüm insanların asırlardır tapındığı yegane tanrılar oldu. Yaşamdan, hayallerinden, sevgiden bu şekilde uzaklaşmaya başladılar. Herkes inandığı şeye dönüşmeye başladı. Herkes kendi sefilliğini, hastalığını, ölümünü bozmadan korumaya yemin etmiş gibi yaşamaya başladı.
Yardım kuruluşları, ilaç ve gıda sektörü, dini kurumlar, güzellik merkezleri, kişisel gelişim merkezleri kasıtlı ya da bilinçsizce ölüme hizmet ettiler; ölüm düzenini beslediler. Güzellik, sağlık, refah, huzur ve uzun yaşam mesajlarının altında ölüme kayıtsız şartsız bir bağlılık yatmaktadır.
Çalışmaya ve seçim yapmaya inanan, planların ve programların yapıldığı, gerçeklikten kaçan, doğadan uzaklaşmış bir dünyaya aidiz. İnsanlar gelecek korkuları yüzünden, beklentilere duydukları bağımlılıklarla güven alanı yaratırlar. Bir kuyu kazarak okyanusları içine sığdıramazsın. Plan yapmak bundan ibarettir. Hayatı topluma ve kitlelere uyarak koyun gibi bağımlı olarak yaşadık. Kitleler yıkıcı ve yok edicidir. Her şeyden etkilenen bir mekanizmadır. Kitleler hayal kuramaz. Sadece bireyler kurabilir.
Sıradan insanın sadakat duyduğu tek şey ölümdür. Tek özgürlüğü ise bu ölümün nasıl olacağını kendisinin tayin edebilmesidir. Bunun için de korkularının, yakıcı ve yok edici düşüncelerinin esiri olur.
İnsan bedeni kainattaki en mükemmel mekanizmadır. Bu mekanizmanın içine etmek için kendimize izin verdik. Onu yok eden tüm duygu ve düşünceleri, korkuları, çaresizlikleri yarattık.
Bedenimizdeki tüm organlar duygularımızla özdeşleşir. Başımıza gelen, hazmedemediğimiz, takıntı haline getirip kurtulamadığımız duygular, bağırsaklarda sindirilemeyen besinlerle özdeşleşir. Zehirli düşüncelerden kurtulamazsanız, karaciğer de bedeni zehirlerden arındıramaz hale gelir. Hayattan tat alamadığınız vakit, şeker hastası olursunuz, pankreas iflas eder. Daha pek çok örnek sayılabilir. İşin en ilginci ise zihinle bedene yaptığınız şey gibi, bedeninize ne yaparsanız dünyanın da başına aynı şey gelir. Dünya sen, sen ise odur.
Bu yüzden kendinizi sürekli gözlemleyin. En küçük hücrelerinize kadar varlığınızın farkında olun. Her türlü zehirli düşünceyi, kaygıyı, korkuyu, daha yüreğinizde filizlenmeye başladığı ilk andan itibaren yakalayıp sonlandırın. Korkunun yerine sevgi yükleyin.
Sizin dışınızda var olan hiçbir şey sizi mutsuz edemez, ama sizin mutsuzluğunuz dünyadaki tüm mutsuzlukların kaynağı olabilir.
Beden titreşimlerle hareket eden hücrelerden oluşur. O her zaman çocuğun saflığıyla, sevgi ve neşeyle titreşmelidir. Beden asla yalan söylemez.
Kurumsal hayat, bitmeyen seyahatler, 7/24 sanal dünya, şehir hayatı, trafik, aile işleri, hastalıklar, ekonomi, alkol, sigara, ve daha bir dolu bahane kendinizi aklamak için kullanacağınız gerekçelerden başka bir şey değildir. İnsanın bedenini böyle bir duruma sokabilmesi için kendine olan saygı ve sevgisini yitirmiş olması gerekir. Varlık, beden, dünya… Hepsi Bir’dir ve tekdir; aynıdır.
Fani kaderinin, başına gelen tüm berbat olayların, deneyimlerin, kendi dışındaki bir takım engeller ve kötülüklerden kaynaklandığına inanan insan, dünyanın kendisinin bir yansıması olduğunu idrak edemediğinden, yansımayı değiştirmek için önce kendini değiştirmek gerektiğini de idrak edemez.
Kibir, kendinin düzeldiğine ve artık başkalarına yardım etmeye hazır olduğuna inandırır seni. Dünyaya yardım etmek için yapılacak tek şey uykundan uyanmaktır. Dünyanın yardıma muhtaç bir kurban olduğu düşüncesinden kurtul. Onun senden ayrı bir gerçeklik olmadığını bil. Sen ve o Bir’siniz.
Dünyayı iyileştirmek istiyorsan, o halde önce kendini iyileştireceksin. Dünya tam da senin hayal ettiğin gibidir. Düşüncelerinle onu sen yarattın. Bu yüzden hem düşüncelerini hem de bedenini iyileştirerek işe başla. Özüne dön ve özünle bir ol.
Kendini özüne ada. Sadece kendi içindeyken her şeyin farkındalığına varabilirsin. Ancak bu sayede gerçekten düşleyebilir ve düşlerini gerçekleştirebilirsin. Bu sayede sıradan yaşam düzleminden bir adım öteye geçebilirsin.
Varoluşta her şey yavaştır. Gerçek eylem eylemsizlikten gelir. Var olmadığını anladığın an, gerçekten var olursun.
Gönüllü cehaletten sıyrılmayı bir milim bile becerirsen, finans sektöründen papalara, bu piramidin en tepesine kadar sarsıldığını göreceksin. Bunun için birey olmalı, bireysel devrimini gerçekleştirmelisin. Olayların doğasını değiştirmek istiyorsan önce kendi vizyonunu değiştirmen gerekir.
Geçmişin gölgesinde sürekli takacak maskeler arıyoruz. Rollerin hapsinden ancak yaşadığımız tekrar eden verimsiz deneyimlerden bıkıp hayal kırıklığı yaşadığımızda kurtuluyoruz. Oyun sırasında kasıtlı olarak bu maskeleri takıp çıkarıyoruz. Halbuki bir rolü oynamak demek, o şeye inanmamak demektir. Adı üstünde rol yapmak… Role kaptırır özdeşleşirsen hayatındaki tek gerçek o olmaya başlar. Bu da seni zamanla bağımlı kılar. Roller sistemin bizi meşgul etmek için üzerimize yüklediği maskelerdir. Bizler de bu maskelerin ardında, “meşgulüm” bahanesiyle yaşamaya devam ederiz.
Oynadığımız rolden kurtulmanın yada özgürleşmenin tek yolu ise o rolü gerçekten hakkını vererek mükemmel bir şekilde oynamayı başarmaktır.
Eğer hücrelerindeki her bir titreşimi değiştirip yükseltmeyi ve sevgiyle doldurmayı başarabilirsen, dünyadaki tüm sıkıntıların, savaşların, yoksulluğun, ötekileştirmenin yok olduğunu ve birlik, beraberlik, uyum ve sevginin var olduğunu göreceksin.
Senin dışında hiçbir güç seni alt edemez.
Hem hayal kurup, hem başkalarına ya da bir şeylere bağımlı olarak yaşayamazsın.
Birey ol. Bağımsız ol. Asi ol. Kimseye bağımlı olma. Var olma nedenin düşlerini gerçekleştirmektir! Hayatı dibine kadar yaşamaktır!
Tüm hücrelerini sevgiyle doldur. Sadece seven insan özgürdür. Ve sadece özgür insan sevebilir. Ve yine sadece seven insan sevdiğini özgür bırakabilir. Özgürlük ve sevgi gerçekliğin iki yüzüdür. Sevmeyenler ise bağımlıdır. Korku doludur. Benzerlik sıradanlıktır. Sıradan insanın bir geleceği yoktur. O hep geçmişiyle yaşar. Tekrara girer. Sıradan insanın gerçeği şüpheler, kaygılar, korkulardan ibarettir.
Sen benzersiz ol. Sıra dışı ol. Aykırı ol. Korkusuz ol. Korkusuzluk sevgiye ve bütünlüğe açılan tek yoldur. Korkusuzluk ancak sen korkacak bir şey olmadığını fark edebildiğinde gerçekleşir.
Silkin ve kendine gel. Uyan.
Hayat güzel. Yaşa onu.
Dibine kadar!

6 Ekim 2015 Salı

TAO

Çin’de bir süre kalıp Qigong ve TaiChi eğitimleri alıp geri döndüğümde, kendi ailem bile Tao Te Ching öğretilerinden dolayı bana dinden çıkmış muamelesi yaptı.
Şunu baştan ifade etmeliyim ki Taoizm bir din değildir. Tüm dinlerden daha eski bir felsefe, daha doğrusu bizim deyimimizle bir nasihatnâmedir.
Bizim aksimize haritanın doğusunda birbirine karşıt inanç ve düşünceler üzerine değil, karşıtların birliği ve bütünlüğü üzerine kurulu bir algı vardır. Bunun ilk kuralı ise doğayı olduğu gibi kabul etmekten geçer. Bu kabulleniş, bilimsel yaklaşımlar sergileyerek değil, sadece gözlemci kalarak gerçekleşir. Doğaya müdahale, sırlarını çözme, üstün gelme çabası yoktur. Yağmur bulutları yaratmak, yapay depremler oluşturmak, su yataklarına HES’ler (hidro elektrik santrali) kurmak, ormanları rant ya da insan çıkarı uğruna katletmek gibi şeyler yoktur. Sadece doğaya uyum sağlamak vardır. Onun bir parçası olduğunu idrak edip, onunla bir olmayı kabul etmek vardır.
Doğanın işleyişi konusundaki bilimsel çalışmalar kışkırtıcı rol oynar. Doğa karşısında saygılı bir cehaletle susmak ise bilgenin yoludur.
Pek çok kişi Taoizme mistik bir yaklaşımla bakar. Halbuki mistik inanış bir Tanrı arayışıdır. Taoizmde Tanrı yoktur. Güncel yaşamla ilgili nasihatler vardır. İçinde Tanrı geçmiyor oluşu pek çok kişi tarafından dinsizlik olarak da yorumlanır. Atesit inanış diyenler de vardır. Taoizm bir din ya da inanış değildir. Ne tanrıdan ne de tanrısızlıktan bahseder. O sadece bir yoldur. Tao’nun kendisi ise açıklanması çok zor bir kelimedir. Taoizmdeki nasihatlerin günümüzün kibirli, açgözlü, hırslı, paragöz, maddiyatçı, çıkarcı, bencil ve acımasız toplumlarını yola getirmesini düşünmek zordur. Ancak yine de sırf bu saydıklarımdan dolayı da Taoisme ihtiyaç kaçınılmazdır. Zira o hiç bir inanç gurubuna olmasa da herkese hitap eden bir öğretidir. Lakinz bu öğreti yine de maddi başarı ve kariyer üzerine kurulu, sömürmeyi ön planda tutan sistem tarafından dışlanır.
Taoizmde doğa sorgulanmaz. Doğayla bütünleşip bir olmayı başaran insan, batılı felsefede natüralist olmayı başarır. Toplumsal örgütlenmeler doğaya uyumu imkansız hale getirebilir, çünkü doğal olana müdahale söz konusudur. Toplum kurallarına uymaya başladıkça insan doğadan kopmaya başlar.
Batılı sistem zayıf ve fakir ülkeleri kendi çıkarları uğruna sömürmeye ve kullanmaya devam ediyor. Bu sömürü düzenine aykırı herhangi bir öğreti Avrupa ve Amerika’nın ideolojisine ters düşer. Eğer batılı düşünce devam ederse insan kendi sonunu hazırlıyor demektir; ama bir umut, doğulu düşünce kazanırsa yeni bir uygarlık aşamasına ulaşmış olacağız.
Dünyanın silkinmeye ve daha yaşanabilir bir yer olmaya ihtiyacı var.
Her ne kadar öğreti Çin’den de gelse, batılı sistem türlü oyunlarla tıpkı Rusya’ya ve diğer ülkelere yaptığı gibi Çin’e de sinsice girip, başta gençliği yozlaştırıp çürütmenin, değerleri yok etmenin yollarını aramaktadır. Bunun en bariz örneğini evinde bir süre kalma fırsatı bulduğum hocamdan duydum. Kendisi ulvi öğretiler peşinde koşarken, çocuğunu sırf iyi İngilizce öğrensin diye gönderdiği kolej deneyiminden sonra bana sadece şunu söyledi: “O artık bir Çinli değil!”
Eğer Çin, Batıyla teknoloji alanında işbirliği ve rekabet içine girerken kendi değerlerinden uzaklaşmaya başlar ve kapitalist düzenin büyüsüne kapılırsa, haritanın o kısmı da hastalanacak demektir.
Bruce Lee’nin su gibi olmayla ilgili videolarını hepimiz izlemişizdir. Su yeri geldiğinde engelleri aşar, yeri geldiğinde çukurları doldurur. Zayıf görünse de kayaları aşındıran odur. Boşluk Taozimde bir potansiyelin varlığına işaret eder. Her şey mümkündür, hiçbir şey için geç değildir. Dolu olanın ise başka seçeneği kalmamıştır. Ya dolu kalmak için savaş verecek, yeni olan her şeyi reddedecek, ya da boşalmayı bilecektir.
Bu yüzden öğretide rekabete yer yoktur. Azla yetinmek, mütevazi bir yaşam sürmek esastır. Eşya biriktirmek, maddiyat ve değerli şeyler büyük yüklerdir. Zira bunlara sahip olmak bu sefer onları korumayı ve elde tutma çabasını, ve hatta kaybetme korkusunu beraberinde getirir. Rekabet etmeyen insanlar birbirine daha saygılı ve sevgi dolu olurlar. Arkadan iş çevirmezler. Kavga etmezler. Yardımsever olurlar ve yardımı çıkar için yapmazlar.
Nüfusu giderek artan, kaynaklarını ise hızla tüketen insanoğlu doğadan gittikçe uzaklaşmıştır. Tüm bunlara rağmen ihtiyaç fazlası üretim devam etmekte, üretim fazlası da üremenin çoğalmasına yol açmaktadır. Kapitalist düzen her şeye rağmen her gün daha da fazlasını istemekte, kimse azla yetinmemektedir. İnsanları daha fazla istemeye iten sistem daha fazla üretim yapar ve daha da zengin olur.
İnsan dışında her şey doğaya uygun yaşar. Çiçekler, ağaçlar, börtü, böcek tüm canlılar ve varoluş doğayla uyum içindedir. Bir çiçek başka bir çiçeği renginden ya da daha güzel koktuğundan dolayı yargılamaz. Üzerine kar yağdığı zaman küfretmez. Bir hayvan başka bir canlıyı tamamen yok etmeye yönelik yaşamaz. Avlanmanın ya da bölgesini korumanın dışında keyfi bir saldırıda bulunmaz. Eskiden bu durum insanlık için de geçerliydi. Avcı-toplayıcı toplumlar da aynı mantıkla yaşardı. O zamanlar kabileler vardı. Herkes kendi bölgesini korumak için diğerine saldırır ancak hiçbir zaman diğer kabileyi yok etmeye yönelik bir hırsa kapılmazdı. Böylece herkes kendi değerlerini korumuş olurdu Tüm bu düzen tarım devriminin gelmesiyle insanların yerleşik hayata geçmesi ve köylerin, derken kasabaların ve krallıkların, imparatorlukların kurulmasına kadar giden süreçle bozuldu. Yerleşik hayat süren ve sürekli üreten insanlar, sürekli de üremeye başladı. Zira üretim ve üreme arasında inanılmaz bir denge vardı. Son yüzyılın sadece son yarısı bile olmayan bir zaman diliminde insan nüfusu iki katına çıktı.
Bir yandan Taoizm anlatayım diyorum, diğer yandan kopup gidiyorum.
Tao Te Ching olayların doğal seyrine müdahale etmeme anlamına gelir. Yani olayların kendiliğinden oluşmasına izin vermektir. Yağmur istiyorsan çamura küfretmeyeceksin. Yağmur doğal yoldan yağarsa senindir ama yağmur bulutları yaratmaya çalışıp, yapay yağmurlar yağdırmaya çalışmak doğaya müdahaledir. Sadece ihtiyaç fazlası üretime dur diyerek nüfus planlaması yapabilecekken, insanlara kondom dağıtmak ya da bir takım virüsler üreterek veya depremler yaratarak kitlesel azalmalar yaratmak çözüm değildir. Nasıl yaratıldığını ve işleyişini bilmediğiniz bir şeye, biliyormuş gibi müdahale etmek ve ona üstün gelmeye çalışmak, ona sadece uyum sağlamaya çalışmaktan daha zor ve aptalcadır.
Kendine uygarlık diyen ve sırf kendi çıkarları ve sömürgeleri uğruna yüz milyarlarca insanın ölümüne neden olan Batı uygarlığı uygarlık lafını kesinlikle hak etmiyor.
Öldürmemek, rekabet etmemek, sevmek ve mütevazilik… bunlar Taoizm’in temel ilkeleridir. Bu hiçbir toplumun tarihinde yok. Çin’in tarihinde de yok. Dinlerin tarihinde bile yok. Kitaplarında yazmasına rağmen… Dini yayma uğruna öldüren, kendi dindaşları arasında bile birbirini hâlâ öldüren toplumlar mevcut. Müslüman’ı Müslüman’a kırdıran batı, çıkarları uğruna uygarlığını kaybediyor. Dindar kesilen Ortadoğu ise cehaletinin, öfkesinin ve sevgisizliğin kurbanı oluyor. Bu yüzden Taoizm taze bir ihtiyaç olarak hala gerekliliğini koruyor.
Yin-yang, yani karşıtların birliği, dünyaya denge getirecek tek kavramdır. Her şey zıddıyla birdir. Yin-Yang’la ilgili daha önceki yazımıa Kim Yin Kim Yang linkinden ulaşabilirsiniz.
Tüm tarih boyunca en mutlu toplumlar ilkel köy toplumları olmuştur. Yerleşik yaşam sonucu ulaşılan kentsel ve kurumsal yaşam bizi bitiren şey olmuştur. Otorite insan ve toplum üzerinde bir güç inşa eder. İnsanlar da bunu körü körüne kabul ederler. Hiçbir devlet otoritesi toplumları şimdiye dek mutlu etmeye yetmemiştir. Bundan sadece otoriteler sorumlu değildir. İnsanlar da hiçbir zaman öğretideki kadar masum değildir. Dünya sömürülemeyecek kadar zengin ve özgürdür.

İnsan Bilgisayar Gibidir

İnsan bilgisayar gibidir. Her hücremiz bilgisayarın en ufak parçacıklarına benzer ve aynen bilgisayardaki gibi kodlanıp programlanabilir. Çocukluğumuzdan beri bizlere de yapılan budur. Büyüme, yaşlanma ve ölümle sonuçlanan süreç tamamıyla bedenimizin kodlanması sonucudur.
Kabullenip kendi kendimize yarattığımız her düşünce, ışık hızıyla gerçekleşmek üzere harekete geçer ve önce bedende kendini gösterir. Bedenin kendisi de enerjinin maddeleşmiş halidir zira.
Bedendeki sonsuz hayat gücü ya da ölümsüzlük dediğimiz şey, insanın hayatta kalma içgüdüsü edinmesiyle ve maddeleştirdiği bedenin büyüsüne kapılmasıyla yok olmaya başladı. Her ne kadar beynimizin sürekli mantık yürütmesinden yakınsak da aslında beyin mantık yürütemez hale getirildiğinden, mantık gücü azaldıkça yerini korkulara bırakmaya başladı. Düşünceleri beyin değil korkular yönetmeye başladı. Korkular beraberinde hastalıkları, acı ve ıstırapları, kin ve nefreti, ölümleri getirdi. Bu hayatta kalma içgüdüsü de hücrelerde kodlanıp programlanarak nesilden nesile genetik kod olarak aktarılmaya başlandı.
Bedensel deneyimlere hapsolan bizler içimizdeki Tanrı’dan uzaklaşmaya başladık. Maddenin içinde sınırlı yaşamlar sürülmeye başlandı. Bu sınırlamalar gün geçtikçe daha da abartıldı. Evrenin sınırsızlığı düşüncelerle yok edildi. Bedenlerin içinde hapsolan insanlar birbirlerinin egolarından etkilenmeye ve onların etkisi altında kalmaya başladı. Bunlardan kimisi bazı mistik ve liderlik özelliklerini öne çıkararak diğerleri üzerinde üstünlük kurmaya başladı. Güdülmeye hazır koyun sürülerini görenlerin iştahları kabardı ve güçlerini artırabilmek için korku toplumu yaratmaya başladılar. İnsanı yönetmek için kaba kuvvet, kılıç, silah kullanmaya gerek olmadan böylesine basit bir şekilde yönetebilmek harikaydı. Bunun için yapılaması gereken tek şey ise Tanrının içimizde olduğu gerçeğinden insanları uzaklaştırmak oldu. “O” bizim dışımızda var olan, çok uzaklarda bir yerdeydi. İnsana defalarca dikte ettirilen bu yanılsamalar bir süre sonra insanın gerçeği haline geldi. Mantığın yerini artık korku aldığı için her masalı dinlemeye hazır bir toplum üretildi. Tanrıyı bilmenin, ona ulaşmanın tek yolunun peygamberler, din adamları ve din kurumlarından geçtiğine inandırıldılar. Kolektif bilinç her şeyi ele geçirdi. İnsanın kendi serüvenlerini yaşama hakkı elinden alındı.
İçindeki sonsuz gücü unutan insan korku içinde, kendini savunmasız, aciz ve ölümlü olarak kodlamaya başladı. Ölüm öğretilirken hayat unutturuldu. İnsan öğretilirken Tanrı unutturuldu. Tanrı sadece cezalandıran ya da mükafatlandıran uzak bir meta olarak kabul edildi. Kodlanıp kabul ettiğimiz yanılsama (illüzyon) kendimiz de dahil etrafımızdaki her şeyi yaratmaya başladı.
Öğreti içinde yüzen, diğerlerine göre nispeten aydınlanmış pek çok ruhani insan bile halen her şeyi bilme ve yapabilme gücünde olduğunu idrak etmekten çok uzak. Buna ben de dahilim. Bu yüzden de halen yönetilmeye ve masal dinlemeye devam ediyoruz. Daha doğrusu buna izin veriyoruz, göz yumuyoruz.
Tanrıya ulaşmanın yolu birtakım mekanik araçlardan geçiyor: dualar, ritüeller, meditasyonlar, ayinler, oruçlar, dini zorunluluklar… bunlara kapıldıkça ruhumuzdan uzaklaşıyor, Tanrının da cennetin de aslında içimizde olduğu gerçeğinden uzaklaşıp duruyoruz.
İçimizdeki Tanrı düşüncedir. Zira düşünce en büyük yaratıcıdır. Düşünce ışık hızında yol alır, amacına ulaşır ve gerçekleşir. Düşünce enerjidir ve illaki maddeye dönüşür. Düşündüğünüz ve hissettiğiniz şeyler hayatınızın gerçeği haline dönüşür.
Kendini sınırların içine hapsetmekten vazgeçen insan hayatın gerçekleriyle ilgili sorular sormaya başlar. Hayatı ve yaşanan şeyleri sorgular. Aynı çocukların bıktıran “nedeeen?” soruları gibi.
Sorgulamaya başlayan insan neden hükümetlerin ikiyüzlülüklerinin, dogmaların, törelerin, toplumun esiri olduğunu ve bunların kendisini nasıl, ne denli etkilediğini sorgulamaya başlar. Bu sorgulamayı yapabilen insanlar, sınırlarını aşabildikleri için diğer insanları da daha çok sevebilmeyi başarırlar. Hayatın gerçekliğinde hiçbir şey başka bir şeyden daha üstün, daha güzel, daha iyi değildir. Her şey birdir ve eşittir. Her şey maddeleşme halindedir. Bunun aksini sadece kolektif düşünce yaratır.
Sizden pek çok şey alınabilir. Sizden henüz alınamayacak tek şey bilgidir. Bilgi size yaratma yeteneği verir. Bu da içinizdeki tanrıyı serbest bırakmanın bir yoludur. Bilgi size özgürlüğünüzü getirir. Bilgin varsa korkun yoktur; zira bilinmeyenden korkulur. Sizi esir eden, tahrik eden, korkutan, bastıran hiçbir şey kalmaz. Korkunun üzerine bilgiyle gitmek aydınlanmanın ta kendisidir.
İnsanlığı asırlardır yöneten korkuların, masalların ve dayatmaların gerçek olmadığını anladıklarında, insanlar kim oldukları gerçeğine daha da yakınlaşıyorlar. Tanrı korkusu yerini sevgiye bırakıyor. İnsan sevdiği şeyden neden korksun ki?
Eğer beyniniz tam kapasite çalışsaydı maddeleşmiş bedeninizi tekrar enerjiye yani ışığa çevirip sonsuza dek yaşayabileceğini biliyor musunuz? Eksilen bir uzvunuzu düşünce gücüyle tekrar var edebileceğinizi? Bedeninizi kusursuz bir şekilde iyileştirebileceğinizi? Hatta ve hatta şekil değiştirebileceğinizi? Ya da bedeniniz de dahil olmak üzere bir yerden bir yere ışınlanabileceğinizi?
Bunlar dehşet verici geliyor kulağa. Özellikle kimimiz yapabilir kimimiz yapamaz durumda olursa, yapanlar yapamayanlar üzerinde nasıl bir üstünlük kuracak kim bilir?
Beyin sanıldığının aksine düşünce üretmez. Düşünceler özden gelir. Biz buna Qigong gibi öğretilerde Dantien diyoruz. Hani “karnımızdaki ikinci beyin” olarak yer alan kısım; ama aslında asıl beyin ya da ruhun olduğu yerdir burası. Beyin gelen düşünceleri elektrik akımına çevirip, bunları harmanlayıp, yorum katarak merkezi sinir sistemi vasıtasıyla bedenin her noktasına yayar. Eğer deneyimler, travmalar ve anılar devreye sokulursa beynin buna kattığı yorumla ilk saf ve temiz düşünce bambaşka hallere gelebilir.
Her düşüncenin de belli bir frekansı vardır. Beynin bu frekansları alabilmesi hipofiz bezi (3. Göz) sayesinde olur. Bu bir nevi frekans ölçen bir alet gibidir. Beyni yöneten asıl merkez burasıdır. 7. Çakra olarak da bilinir. Beynin değişik kısımlarını değişik frekansları alabilmesi için aktif hale getirir. Düşüncenin sınırsız olmasını sağlayan, kapasitesini artıran ve bedene yayılacak hale getiren yer burasıdır. Tüm deneyimlerin kapısını açan yer de burasıdır.
Hipofiz beyni kullanarak salgıladığı hormonları epifize akıtır. Epifiz 6. Çakra olarak da bilinir. Omuriliğin hemen üstünde yer alan epifiz aldığı bilgileri omurilik vasıtasıyla salgıladığı hormonlarla bedene yayar. Böylece düşünce frekansları bedene yayılır. Kana karışan bu salgılar bedende denge ve uyum sağlar. Düşüncenin frekansı yükselirse hormonların sayısı da artar. Beyin böylece daha yüksek frekansta titreşimlere hazır hale gelir.
Düşünce ilk Dantiene geldiği zaman Dantien seçim yapmaz. Düşünceyi olduğu gibi kabul eder. Yargılamaz. Yorum katmaz. Düşünce beyne ulaştığı zaman mantık süzgecinden geçer ve egoya takılır.
Egoyu anlatmaya gerek yok, hepinizde fazlasıyla olan ve bundan muzdarip olduğunuz kolektif bir eğilimdir kendisi. Egonun beyne girmesine izin verdiği her düşünce frekansı elektrik akımına çevrildikten sonra bu frekansa beynin hangi tarafı uygunsa hipofiz tarafından orası aktif hale getirilir. O da gerekli akımı epifize yönlendirir. Epifiz aynı zamanda merkezi sinir sistemini yöneten yerdir. Elektriksel düşüncenin ana yolu omuriliktir. Biz buna Qigong’da Du meridyeni diyoruz yani merkez meridyeni. Yol alan elektriksel akım kuyruk sokumuna kadar gelir. Buradan da kana karışarak bedenin her yönüne, her hücresine dağılır. Elektrik akımı hücreleri titreştirerek onların kendini kopyalamasını sağlar. Bir nevi klonlama yöntemidir bu. Hücreler kendi kendini yeniler. Yani düşünce bize hayat veren şeydir aslında.
Düşünce bedeni besledikçe bedenin her hücresi buna yanıt verir. Bu da duygu ve hisleri yaratır. Duygu da kayıt altına alınmak üzere ruha havale edilir.
Bilgisayara benzeyen bedenimizde ruh, en büyük hafızaya sahip harddisktir. Tarafsız bir kayıt cihazıdır. Duygusal hissettiğiniz bir anda bir düşünceyi çağrıştırıyorsunuzdur. Ruh bu hissi yeniden kullanabilmeniz için kayıt altında tutar. Bellek bu şekilde oluşur.
Bellek işin özüdür; tamamen duygusaldır. Duygular görsel imajı yaratır. Yani resim, ses, tat gibi şeyleri kaydetmez. Onlara ait duyguları kaydeder.
Adını koyabildiğiniz her şey deneyim ve travmalara bağlı birer duygudur. Çiçeği görür, koklar ya da tadarsınız. Onu hissedersiniz. Onu çiçek yapan duygusal deneyimlerinizdir. Çiçeği kendi deneyimlerinize göre hissetmişsinizdir. Düşünce hissedildiğinde ortaya çıkan duygu kayıt altına alınır. Bu bilgi tüm bedene yayılır. En son beyniniz duyguyu tanımlayacak bir sözcük üretir: Çiçek!
Bilgi bir şeyin kanıtlanması değil, duygusal olarak deneyimlenmesidir. Ancak hissedebildiğiniz zaman “biliyorum” dersiniz. İstediğiniz her şeyi bilmekle, ışık hızında bunu gerçekleştirme yeteneği hepimizde var.
Arzularınızı gerçekleştirmek için gereken tek şey arzularınızı hissetmektir.

20 Ağustos 2015 Perşembe

Sağ Beyni Al Sola Vur!

- Sen sol beyinli misin, sağ beyinli mi abi?
- Beyinsizim ben kardeşim!
Şehir efsanelerinden biridir sağ beyinli yada sol beyinli olmak. Yeterince ayrımcılık ve ötekileştirme yapılıyor olması yetmezmiş gibi,kişisel gelişim altında insanların kişilikleri sağ beyinli yada sol beyinli oluşlarına göre değerlendirilir.
Sol beyin analitik düşünce, sağ beyin yaratıcı sanatsal kişilik...
Bu varsayımın 200 sene önce ortaya atıldığını hesaba katarsak o zamanlar değerli bir bilgi sayılabilirmiş. Ancak bilim hızla ilerliyor ve özellikle neuro-bilim dalındaki son gelişmeler bizleri pek çok yeni şeyle tanıştırıyor.
Sağ Beyin mi Sol Beyin mi baskın?
Beynin iki yarım küresi vardır. Bu ikisi birbirinin yansıması değildir, yani aynı değildir. Hem fonksiyonel olarak hem de şekil olarak asimetrik yapıya sahiptirler. Bu iki yarımküre birbiriyle “corpus callosum” denen sinir ağlarıyla iletişime geçerler.
1880’li yıllarda, kürelerden birinde meydana gelecek bir hasarın beyin fonskiyonlarında ve davranış şekillerinde ciddi bozulmalara yol açtığı gözlemlenmiş. Dil öğrenme gibi kabiliyetler sol beyinde gözlemlenirken, daha ruhani işler sağ beyinde dönüyormuş. 1960’lı yıllarda beyin ameliyatları yapılmaya başlandığında, küreler fiziksel olarak ayrı ayrı incelenmeye başlanmış. Her bir kürenin belli alanlarda daha dominant olduğu görülmüş. Sağ taraf müzik, sanat, görsel imgeleme, yüz tanıma gibi şeylerde baskın iken; sol taraf mantık, problem çözme ve hesap işlerinde baskın olmuş. Bunu ilk gözlemleyen bilim adamı Richard Sperry, Nobel Ödülü'ne layık görülmüş.
Sağ beyin-Sol beyin baskın olma durumu daha sonra kişilik analizine kadar gitmiş. Sağ beyne sahip kişilikler daha yaratıcı, etkileyici, duygusal, sezgisel, duyarlı ve sanatsal iken; sol beyinli kişilik mantıklı, analitik, matematik ve bilim alanında daha başarılı olarak saptanmış.
Bilim, şu anda geldiği noktada bu şehir efsanesini çürütmüş durumdadır. Belki de bilim adamlarının hepsinin sol beyinli olmasından kaynaklanıyor olabilir, bilemem. Beyin tarama cihazları ve son teknolojik çalışmalar, iletişimi sağlayan sinirsel ağların her iki yarım küre arasındaki ileşimi mükemmel sağladığını ve her iki yarım kürenin de birbiri ile koordinasyon içinde çalıştığını göstermiştir. Örneğin daha önce sol beyne ait olduğu söylenen dil öğrenme kabiliyeti hiçbir küreye ait bulunmamıştır. Dil öğreniminde her iki küre de iş birliği içinde çalışmıştır. Sol beyin gramer ve telafuz üzerinde çalışırken, sağ beyin tonlama ve ses uyumu üzerine odaklanır. Bazı insanlar elbet dil konusunda diğerlerinden daha iyi olabilir ama bu onların sol beyinlerinin daha baskın olduğu anlamına gelmez. Dil becerisi her iki tarafın da mükemmel işbirliğiyle ortaya çıkar: Yin Yang.
Bilim adamları son teknoloji ile beynin 7000 ayrı bölgesini taramayı başarmışlar ancak sağ yada sol beynin baskın olduğu hiçbir deneğe rastlamamışlardır. Buldukları şey ise, yapılacak göreve göre beynin her iki tarafının da işbirliği içinde çalıştığı olmuş.
Elbette bilim adamları bunu ne kadar ispatlasa da kimsenin buna inanmaya ihtiyacı var gibi gözükmüyor. Belki de başarılı yada başarısız olukları alanları bu şekilde övmek yada örtmek işlerine geliyordur. Yüzlerce senedir inanılan şeyin bir anda çürümesi bu konuda şimdiye dek yazılan çizilen şeylerin de hiçe sayılması demektir. Bu ne yazanın ne de okuyup inananın hemen işine gelmez. Yaşadığımız dünyaya adapte olmanın yolu bir şeylere inanmaktan geçiyor. Bu yüzden günlük yıldız falları ve kişilik testleri her zaman revaçta oluyor.
Sadece bazı alanlarda iyi olduğunuza inanmak sadece kendinizi tatmin etmeye yarar. Bu diğer insanlara da sağ yada sol beyin aynasından bakmamıza yol açar.
O zaman deriz ki bütün ressamların matematiği kötüdür, yada bütün mühendisler sanat fukarasıdır. Elbette bu doğru değildir. Leonarda olsun, Einstein olsun, her iki beyni de mükemmel ve uyum içinde kullanan insanlardı.
Meditasyon ve Qigong gibi çalışmalarda kullanılan ses tonlamaları beynin her iki yarım küresini titreştirerek aradaki sinirsel dokuların gelişmesini sağlar. Bu sayede her iki yarım küre de çevrimiçi (online) olarak birbiriyle mükemmel bir iletişim kurmaya başlar. Bunun amacı yukarıdaki tüm tartışmalara son verip sağ-sol beyin dengesini kurmaktır.  Bu denge Yin Yang dengesidir. Beyinde 15 milyardan fazla hücre bulunmaktadır ve biz aciz kullar bunun maksimum sadece %10’unu yada %15’ini kullanabiliyoruz. Herkes geri kalan %90’a birgün nasıl erişileceğinin derdinde... Potansiyel kullanıma hazır ama hiç kullanılmayan bu kısım işte bu  denge sayesinde kullanıma hazır hale geliyor.
Frekans ayarlarınız değişip arttıkça titreşimler her iki yarım kürenin de gelişmesini ve daha önce kullanmadığınız yüzdeleri yavaş yavaş kullanmanıza olanak sağlıyor. Sezgisel güçlerinizde artış, şifa, telepati vb doğa üstü sayılabilecek birtakım yetenekler tüm insanlar için sıradan günlük şeyler haline gelebiliyor. İnsanlar arasındaki iletişim sorunları ortadan kalkıyor. Bizi ayıran, ötekileştiren her türlü öğe teker teker ortadan kalkmaya başlıyor. Beden-zihin-ruh dengesini kurmayı başardığınızda ise sadece insanları değil, var olan herşeyi koşulsuz sevmeyi öğreniyorsunuz. Doğanın da, tüm diğer canlıların da sizinle BİR olduğunu idrak edebiliyorsunuza. O zaman kendiniz de dahil herşeyin illuzyon olduğu gerçeğini korkmadan algılayabiliyorsunuz. O zaman gerçekten “kaşık yok” oluyor.
Dengeyi kurmaya başladıkça, daha önce tek tarafta daha iyi olduğunuz yeteneğinizi artık diğer taraftaki yeteneklerinizle de birleştirmeye başlıyorsunuz. Yalnız bir matematik dehası değil, aynı zamanda kendini en etkileyici biçimde ifade etmeyi başaran bir gönül adamı da olmayı başarabiliyorsunuz. O zaman sağ sol beyin karmaşası ortadan kalkıyor.
Bizler ne sağ beyinli, ne de sol beyinli insanlarız.
Tam beyinli insanlarız.

Zaman Sizi Öldürüyor!

Zaman ve tüm ölçü birimlerine ait rakamlar evrenin sonsuzluğunu unutturmak için uydurulmuş kodlamalardır.

Hepimiz sabah kurduğumuz saatte kalkarız. Kimimiz alarmı kalkacağı saatten yarım saat öncesine kurar ve her 5-10 dakikada bir “ertele” tuşuna basarak mazoşistçe bir başlangıç yapar sabaha. Çocukların ya da işe gidenlerin her sabah aynı saatte kalkan servisleri sabittir. Çocukların okula başlama saati, büyüklerin işe giriş saati önceden belirlenmiştir. Hatta psikopat işyerleri bunu kontrol altında tutmak için kart bastırır. Toplantı saatleriniz vardır; yemeğe çıkma saatiniz vardır. Acıktığınız için değil, yemek vakti olduğu için çıkarsınız yemeğe. Şartlandığınız için artık zaten bu saatte acıkmaya başlarsınız; halbuki daha 1 saat önce şirketin beleş kahvaltı hizmetini ve onlarca çay kahveyi sömürmüşsünüzdür. Bedeninizi değil, zamanı dinlersiniz. Kimi şirketlerde çay, kahve hatta sigara molaları bile zamana tabidir. İşten çıkış saatiniz bellidir. Aynı saatlerde binlerce kişi köprü trafiği sefaleti çeker. Akşam yemeği adı üstünde akşam yenir. Haberler hep aynı saattedir. Tavuk gibi yatmamış olmak için hep saate endeksli oturursunuz gecenin bir yarısına kadar. Uykunuzun gelmesi önemli değildir. Bir kez daha bedeninizi değil zamanı dinlersiniz. Kumarhanede hep kasa kazanır misali yine zaman kazanmıştır.

Her şeyin bir zamanı vardır. Büyümenin, ağabey olmanın, abla olmanın… 18 yaşına gelmek için can atar gençlik. Zira tüm kurallar bunun üstüne kuruludur. Bu yaşa eriştiğinde her şeyi yapabilecek kadar özgür olacağını sanır gariplerim; boşu boşuna bedenler çabucak büyüsün istenir. Çocuklukları yaşatılmaz onlara. Çocukluğunu yaşayamayan zavallı beyinler, çocukları kodlayarak biran önce büyümelerini sağlarlar. Kodlanan bedenler “zaman” içinde büyümeye ve ölmeye programlıdır. “Zamanında” evlenemeyenler evde kalmıştır. Askere gidişin zamanı vardır. Zamansız öten horoz kesilir.

Yaş günleri, yılbaşları, yıldönümleri, sevgililer günü, anneler babalar günü gibi özel günler, kandiller, bayramlar seyranlar.. Hepsi uyulması gereken kodlanmış programın öğeleridir. Zaman sizi çatır çatır yönetir. Bazen geçmek bilmez, bazen de dur durak tanımaz zaman.

Seyrettiğiniz tüm filmler, diziler, okuduğunuz her yapıt, dinlediğiniz parça sözleri sizi programlayıp büyümek, yaşlanmak ve ölmek üzerine programlar. Bir gün yaşlanacağınıza inanarak büyürseniz elbette yaşlanırsınız, çünkü içinde barındığınız bedeni buna programlarsınız. Beden de ona göre şekillenmeye ve evrimleşmeye başlar. Tüm dizilerde ve filmlerde illa ki bir cenaze sahnesi olmazsa olmazdır. Dikkat edin. Bu sizleri ölüme programlar. “Herkes ölümü tadacaktır” yazar mezarlıkların üzerinde. Vekillerden biri emeklilere müjde verir, “Zincirlikuyu Mezarlığı’nı genişletiyoruz” diye.
Biyolojik saatinizi programlayabildiğinizde saat kurmanıza gerek olmadan her sabh aynı saatte kalkmaya başlarsınız. 3-5 kadın bir arada yaşamaya başladığında, bir süre sonra hepsinin adet dönemleri aynı zamana denk gelmeye başlar. Bunun nedeni titreşimlerin birbirine uyumlanmasıdır. Bir nevi beden yeni şartlara göre tekrar kodlanır. Büyümekle başlayan, yaşlanmakla devam eden ve ölümle sonlanan durum da budur. Bedeni kodlarsınız ve beden buna göre tıkır tıkır işlemeye başlar.
Çocuklara sen artık ağabey oldun, abla oldun diyerek çocuklukları yaşatılmaz. Gülmek bile unutturulur “zaman”la. Zira kadın öyle her şeye gülmez, erkek de kalıbının adamı olmalıdır. Çocuk, ağabey, abla olacağım diye tüm esnekliğini kaybeder; artık oradan oraya hoplayıp zıplama lüksü kalmamıştır; bedeni odun gibi katılaşmaya başlar. Düşünce yapısı değişir, tüm saflığı, o cin fikirleri kaybolur. Yetenekli çocuklar yeteneği değerlensin adı altında, hocalarının kopyası olarak mezun oldukları sanat okullarına verilir. Yarış atı gibi yetiştirilen çocukların resme, müziğe, aşçılığa, sanata, ya da herhangi başka bir şeye olan merakı önemsiz bir ayrıntıdır. Zaman pek çok şeyin aksine insanı köreltmek üzerine kuruludur. İstisna yaratan özgür ruhlar hemen açığa çıkarlar. Onlar da diğerleri tarafından ötekileştirilirler çoğu “zaman.”

Şirketlerin olmazsa olmaz eğitimlerinden biridir “zaman yönetimi.” Zamanın efendisi olmak yerine zamana nasıl köle olacağınız öğretilir. Buna rağmen sistem sizi öyle güzel meşgul eder ki, nafiledir her türlü eğitim. Eğitimin kendisi bile sizi meşgul etmek için kurulu bir düzendir.
“Paranın satın alamayacağı tek şey zamandır” derler. Yalandır! Sizi maaşa bağlayarak modern köle haline getiren sistem, size kendinizi özgürmüş hissi vermeye programlıdır. Para kazandığınız ve paranızın yettiği şeyleri satın alabilme gücü size sahte bir özgürlük hissi verir. Kurumsal hayata veda ettiğimde 65 gün birikmiş iznim vardı. İzin bile kullanamayacak kadar köleleşmişim. Sistem size 15 gün izin tanır. İzne çıkabilmek, izni en verimli şekilde kullanabilmek bir sanattır, zira bir başka 15 gün yoktur. Zaten bunu da 15 gün komple kullanamazsınız; birer hafta şeklinde ayrı ayrı zamanlarda kullanabilirsiniz. Şirketin vazgeçilmez elemanı olarak size ihtiyaç vardır; sorumluluğunuz büyüktür. Dolayısıyla demem o ki, zamanı satın alırsınız. Her dakikanın bedeli önceden ödenmiştir. Danışmanlara adam bölü gün ya da adam bölü saat üzerinden ücret ödenir. Terapiler, seanslar saat üzerinden ücretlendirilir. Saati dolan hasta ya da danışanın odadan bir kovulmadığı kalır. Tüm bürokrasi zaman üzerinden işler. Zamanında yapılması ya da ödenmesi gerekir her şeyin.
Sonra insanlar kayıplar yaşadıklarında, ölümcül hastalıklara yakalandıklarında, ya da başka zor durumlara düştüklerinde “keşke”li zamanlar yaşamaya başlarlar.

Birileri “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda “Duruyorum” ya da “Zaman öldürüyorum” derim. Zaman en büyük öğretidir; öğrencilerini öldüren bir öğreti. O yüzden zaman öldürmeye bayılırım.
Hadi zamanı çekin bakalım? Geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman… Gelecek sadece beklentilerden ibarettir. Geçmiş sadece hatıralardan. Şimdiki zaman ise ikisini birden içerir. İkisi de şimdiki zamanda var olur. Zaman sadece insani bir algıdan ibarettir. Bizlerin yarattığı bir kavramdır. Bedenimiz her üç zaman diliminde birden mevcuttur. Saatinize bakın; şimdiki bedeniniz, 1 dakika sonra geçmişteki bedeniniz olacak. Şimdiki bedeniniz, 1 dakika öncesindeki geçmiş bedeninize göre gelecekteki bedeniniz oluverdi. Geçmişi değiştiremezsiniz. Şimdiki zaman ise geleceğin geçmiş olarak algılandığı zamandır. Gelecek de değiştirilemez, zira henüz gerçekleşmedi bile. Aslında üçünde birden mevcut olabilen zihninizden başkası değildir. Sizi de, zamanı da yaratan zihninizdir. Zaman sadece enerjideki değişimin ölçü birimidir.

Gözlerimiz olmasa renkler konusunda algı yaratamayız. Aynı şey tüm duyu organlarımız için geçerli. Sesler, tatlar, hisler.. Beyin bu algıları toplayarak anlaşılır bir hale getirmek için çabalar. Hafıza da böyle oluşur, deneyimler de. Hafızamız olmasa zaman algısı da olmaz. Ama beden yaşamaya devam eder mi? Eder. Zaten olmuş bir şeyi algıladığınızı hissettiğiniz anlar da olur. Buna da deja vu diyoruz.
Zihin bir şeyi yarattığında, yani enerji maddeye dönüştüğünde maddeye varlığını zaman verir. Dolayısıyla bizi de var eden zamandır, zira bizler de birer illüzyonuz.

Peki aynı illüzyon hayvanlarda da geçerli mi? Köpeklerin 1 yaşı insanlarda yaklaşık 7 yıla denk geliyor. Peki köpek bu 1 yılı yaşarken 7 yıl yaşamış gibi mi hissediyor? Zamanı hissetme hızımız beynimizin ne kadar bilgi aldığıyla alakalıdır. Benzer bilgiler girmeye başladığında zaman daha hızlı, yeni bilgiler geldiğinde zaman daha yavaş geçer. Bu yüzden yaşlılar için zaman her zamankinden daha hızlı ilerler. Çünkü hayat deneyimleri benzer bilgileri sürekli karşılarına çıkarır. Beyin için her saniye önemlidir çünkü beyin her saniye yeni bilgi kaydeder ve bu bilgileri anlaşılır hale getirmek için işlemcisini çalıştırır. Hayvanlara geri dönecek olursak; her hayvanın algılama kapasitesi farklıdır. Bu yüzden bazı hayvanlar diğerlerine göre yavaş çekim bir hayat sürerler. Örneğin köpekler, görsel bilgileri bizlerden %25 daha hızlı bir şekilde algılar. Bu yüzden sizler çok hızlı yanıp sönen bir ışığı sabit yanan bir ışık olarak algılarken, onlar her yanıp sönmeyi ayrı ayrı algılayabilir. Sineği bir türlü yakalayamama sebebiniz de budur. Sineğe göre bizim her hareketimiz yavaş çekimdir. Bu yüzden rahat rahat kaçabilir. Bakınız Örümcek Adam 1 filmi; yer soyunma odası; yeteneklerini ilk keşfettiği zamanlardan biri; okulun en popüler çocuğu bizimkine saldırır, ama bizimki her yumruğu ağır çekim görebildiği için kolaylıkla kaçabilir ve karşı yumruk atması da rakibi için bir o kadar hızlı olur.
hareketalgi
Peki bunu günlük hayatta biz de geliştirebilir miyiz? Evet. Meditasyon ve hareketli meditasyon adını verdiğimiz Tai Chi ve Qigong gibi çalışmalar nefesi ve zihni yavaşlatarak ağır çekim hareketler yapmanızı sağlar. Ancak aynı çalışma bir süre sonra rakibinizin hareketlerini de aynı şekilde yavaş çekim algılayabilmenizi ve karşı harekete de tam aksine çok hızlı geçebilmenizi sağlar. Tabi bu işin aksiyon tarafı. Şifa tarafına bakacak olursak, yavaşlattığınız zihinle değişen frekanslar (beta, alfa, teta, delta) hücrelerinizin yenilenmesi için gerekli ortamı doğuracaktır. Yemek yemekten tutun yürümeye kadar, yavaşlamayı öğrendiğiniz zaman hayatı daha uzun ve keyifli yaşamaya başlarsınız.
“Saçlarını düzelttim zamanın. Dağılmışlardı. Taramadım. İçinden acı, gözyaşı, hatıralar düşsün istemedim. Temiz kalsın istedim tarağım.. ” – anonim

İyilik de bir şiddettir

Şu sıralar kendini tekrar eden benzer yazılar yazmaya başladığımı farkettim. Başka enteresan birşey de eski okunmayan yazılarımı tekrar paylaştığımda okunma rekorları kırmaları. Demek ki yazdığım zamanlar kitleler henüz idrak etmeye hazır değillermiş. Bu yüzden de kendini tekrar, yeniden, yeniye ulaşmak için bazen faydalı olabiliyor.
Şimdi, bize hep iyilik yap iyilik bul dendi. Dinler, kişisel öğretiler, eğitim, sistem hep bize iyilik yapmayı empoze etti. Daulite, yin-yang yada ne derseniz, herşey beraberinde zıttını da barındırır. Dolayısıyla “iyilik” sözcüğünün üstüne basa basa zihinlerimize kazınmasının nedeni altında yatan “şiddet” sözcüğünü bilinaçtımıza yerleştirmek. Eğer iyilik bireyin yada toplumun bir işi haline geldiyse o artık iyilik değildir.

Birisine şiddet uygulamak için ille de iyilik sözcüğünün zıttı anlamına gelen eylemlerde bulunmanız gerekmez. Zira iyiliğin kendisi de başlı başına bir şiddettir. İyilik yaparak kendinizi “iyi” bir insan olarak kendi zihninizde önce var edersiniz. Iyi olmayan insanlar da var olmuş olur böylece.  “İyilik” yapmak, bu eylemi, iyiliğin tersi olan herşeyden ayrıştırıp ötekileştirir. Ötekileştirip, ayrımcılık yaptığınız herşey de kasıtlı olsun olmasın içinde şiddeti vareder.

“İyilik yap, iyilik bul” lafı bile içinde şiddet içerir. Aksi takdirde…
İyilik sandığımız eylem çoğu zaman karşıdaki insanı aciz duruma sokar. Anne babalar farkında olmadan çocuklarına bu şekilde orantısız şiddet uygularlar. Sevgililer, eşler birbirine sevgi adı altında şiddet uygular. Sevginizi yada iyiliğinizi çektiğinizde karşı taraf çuvallar.

İyilik karşı tarafta güven alanı oluşturduğu için bağımlılık yaratır. Bağımlı olmak yada bağımlı yapmak başlı başına şiddetin ta kendisidir. 

İyilik yapmaya bir başladığınız mı, bu üzerinize yapışan bir görev haline dönüşür. Daha iyisini yapabilirsiniz ama daha altını yapmak artık geri dönülmez bir çıkmaz yaratır. Birine indirim yapabilirsiniz ama ikinci kez geldiğinde o malı yada hizmeti artık gerçek fiyatından satamazsınız. Sevgilinize flört aşamasında çizdiğiniz her türlü pembe tablo, yaptığınız her türlü romantik aksiyon birer şiddettir. Onu buna bağımlı hale getirirsiniz. Sonra elde edip yada evlenip de bunları yapmaz hale geldiğinizde başka tür ve asıl şiddetler ortaya çıkmaya başlar.Sevenlerin hep birbirinden beklentisi vardır. Hep aradığı insanın hayalini kurar. Olmasa da sorun değil, bu kez bulduğu insanı aradığı insana dönüştürmeye çalışır. Aşkın doruklarında her iki taraf da birbirine “canım, cicim, sensiz yapamam” der. Aşk bittiğinde “şeytan görsün yüzünü, boynu devrilsin” bedduaları başlar. Sevgi de ikiyüzlüdür.

Çocuğun anne babasına itaat etmesi şiddettir. Anne babanın çocuğun iyiliğini düşünmeleri adına koydukları kurallar, yasaklar, ceza ve ödüller, onun adına aldıkları kararlar, geleceklerini tayin etmeleri, onları sürekli koruyup kollamaları şiddettir. Eşini ve çocuklarını kendinden çok düşünen ananın yaptığı şey şiddettir. Bu yüzden kadınlarımız meme kanseri olurlar. Çünkü meme besleme ile alakalıdır. Karşı tarafı yeterince besleyemediğine inanan; kendinden o kadar fedakarlık yapmasına rağmen karşı taraftan minnettarlık hissedemeyen; kendinden vere vere hiç kendini besleyemediğine inanan kadınlar malesef besleme organlarında sorun yaşarlar.
Ana babalar çocuklarına yatırım yaparlar. Yaşlılıklarında onlara bakacak bir yatırım aracıdır onlar. Her an dizlerinin dibinde olmaları gerekir. Bu yüzden okuturlar, bütütürler, verdikçe verirler.. Bir yandan onları yarış atına çevirirler. Kendi ezik kompleksli egoları yüzünden, çocuklarının başarısı üzerinden masturbasyon yaparlar böylece. Kariyer sahibi, şan, şöhret sahibi pek çok çocuk kendi ayakları üzerinde durma lüksünü tadamadan o mevkilere gelmişlerdir. Hatta maaşlı işlerde çalışırken, ceplerine harçlık konmaya, evleri, arabaları ana baba tarafından alınmaya devam eder.
Çocukların arasında ayrımcılık yapmak, birini ötekinden daha çok sevmek yada kayırmak, küçüğe büyükten daha çok ilgi göstermek, kız erkek ayrımı yapmak şiddettir. Sizi daha kızdıracak başka birşey söyleyeyim. Kendi çocuğunuza gösterdiğiniz ilgi ve sevgi, komşu çocuğuna yada sokaktaki kimsesiz bir çocuğa gösterdiğiniz ilgiden farklı ise bu ikiyüzlülüktür. İkiyüzlülük de bir şiddettir.
Ödül yada cezanın olduğu her ortamda davranışlarımızı ona göre geliştiririz. Gerçeklikten öte, içten olmayan, ikiyüzlü yaşantılar süreriz.

İyi olmak için kötülükle, acımasızlıkla mücadele etme gereği duyarız. İşin içinde en ufak bir şekilde şiddet, acımasızlık yada kötülük varsa, aynı formun içinde iyiliğin var olmasından bahsedilemez.

Devletler de ikiyüzlüdür. Kendi halkını mezheplere, ırklara, türlere, yörelere, zenginlik fakirliğe göre sınıflandırır. Onlar şiddetin baş aktörleridir. Ve şiddeti uygulanması gereken bir eylem olarak tüm halkına yaymaktadır. Aslında devletler halkından farklı değildir. Onlar neyse biz de oyuzdur. En çok konuşan, en baskın olan, en kurnaz tipleri başımıza kendimiz getiririz. Sonra demokrasi çoğunluğun diktatörlüğü haline gelir. Sahip olma, aç gözlülük, iki yüzlülük, sahtekarlık, alavere dalavere, güç ve iktidar arzusu hepimizin içinde olan şeylerdir. Devletler biz neysek odur. Bizlerin aynasıdır. 
Coğrafyanın bir yerinde açlıktan insanlar ölürler. On senelerdir bu durum değişmez. Sistem sizi iyilik yapmaya yöneltir. Vakıflar vardır, yardım kuruluşları vardır. Oralara para ve malzeme yardımı yaparsınız. Kimisi gönüllü olarak gidip oralarda görev alır. İyilik devreye girmiştir. Ancak yanlış bir şekilde devreye girmiştir. Sorgulama yapmadan, sorunların köküne inme gereği duymadan. Dolayısıyla sona ermeyecek bir duruma iyilik yapmaya kalkmak şiddete çanak tutmaktır. Buna aynı zamanda gönüllü cehalet de denir. Gönüllü cehalet bir nevi salağa yatmaktır. İşin aslını öğrenme lüksünüz varken, yada nedenleri niçinleri çoktan bildiğiniz halde tepkisiz kalmanız ve başka şekillerde hareket etmeniz demektir.

Acımak şiddet içeren bir duygudur. Acıdığın kişi yada olayı ötekileştirirsin. Aç olan kişiye acıdığın için iyilik yapmak, açlığı ortadan kaldırmayı aklından geçirmediğin için şiddet içerir. Paranın nereye gitiiğiği hiçbir zaman belli olmayan yardım kuruluşlarına bağışta bulunmak vicdan masturbasyonundan başka birşey değildir. Yoksulluğu, açlığı, şiddeti nedenleriyle birlikte kökünden halletmediğimiz sürece ikiyüzlü yaşamaya devam edeceğiz.

Bir de aşırı fedakarlar vardır. Kendilerinden başka herkesi severler, hep vericidirler kendilerine göre. Bu da kendine uygulanan bir şiddettir. Kimseye iyilik yapıyor sayılmazsın. Zira sadece sende olanı birine verebilirsin. İçinde sana ait bir iyilik yoksa başkasına verdiğin şeyin iyilikten başka pek çok başka tanımı olabilir. İyiliği de, kötülüğü de önce kendine yaparsın, etrafındakiler bundan nasiplenir. Zira herkes ayna vazifesi görür.

“Koşulsuz Sevgi” diye bir şey türedi bir de kişisel öğreti çöplüğünün içinde. Evet arada ben de kullanıyorum. Sevginin türlerini türettik. Türlerini türettiğiniz herşey ama herşey ayrımcılığa çanak tutar. Zira birinin varlığı diğeri için tehdit oluşturur. Biri diğerinden ötekileştirilir. Bu da bir şiddettir. Sevgi sevgidir. En saf haliyle, en içten şekilde yaşanır. Koşullu yada koşulsuz sevmeye kalkarsanız içtenliğinizi yitirirsiniz.
Şiddet binlerce sene önce başladı. Dinler, diller, milletler, mezhepler, ırklar, sınıflar, cinsiyetler ayrıştırılarak ötekileştirildi. Hangi dini, dili yada uyruğu seçme hakkımız doğumumuzla birlikte elimizden alındı. Dolayısıyla doğar doğmaz şiddete maruz kaldık.

Kıtlık olan yerde neden kıtlık olduğunu herkes apaçık biliyor. Hatta kıtlık olan yerin aslında tarıma elverişli olduğu; sırf ordaki insanlar kıtlık içinde kalmaya devam etsin diye mahsüllerin imha edildiği; tarım yerine gizliden uyuşturucu yetiştirilerek dünyada karteller oluturulduğu; yada petrol rezervlerine konarak haritanın o kısmının sömürüldüğü; güllük gülistan halkın mutlu mesut yaşadığı ülkelerin bir iç savaş çıkartılarak demokrasi adı altında seneler boyunca sırf petrol ve diğer zenginliklerine konmak uğruna perişan edildiği; dünyaya servis yapan satılmış medyalar vasıtasıyla neye inanmanız isteniyorsa ona inandırıldığınız pek çoğumuz tarafından biliniyor. Ancak gönüllü cehalet baskın çıkıyor.

Dolayısıyla şiddet sadece ve sadece derinine inildiği zaman şiddet olmaktan çıkar. Nedenlerini es geçip “iyilik” yapmaya devam ettiğiniz sürece şiddet var olacaktır.
Şiddetten özgür kalan bir nesil için hiçbir zaman savaşlar olmayacaktır. O zaman iyilik yapma ihtiyacı da duymayacak kimse.

Şiddetin zıttını aramak sizi şiddetten özgürleştirmez. Şiddetin bizzat derinindedir cevap.

Savaşlar çözüm değil, birer kaçıştır. Şiddetin derinine inip çözümlemek yerine sorumluluktan kaçıp şiddeti bizzat uygulamaktır.  Günlük yaşantımızda şiddeti hep ikiyüzlü şekillerde uygularız. Hep bir şeylerin arkasına sığınarak yaparız bunu. Ailede, ilişkilerde, arkadaşlıklarda, iş yerinde, toplum içinde hep gizliden suçlar işleriz. Dürüstlük örtüsünün altında ikiyüzlülükle işlenir bu suçlar. Savaşta ise alenen yapılır Bu yüzden daha çok kabul görür bu şiddet şekli. En azından ikiyüzlülükten kurtulmanın bir kaçış yoludur.

Barış yanlısı olmak da bir şiddettir. Beraberinde zıttını barındırır ve savaşları var etmeye devam eder.

İçinize dönün. İçteki karmaşayı çözerseniz dışa gerek kalmaz. Bu aynen devletlerde de böyledir. İçte karmaşa yaratılır. Bu çözülemez duruma getirilir ve dıştan yardıma muhtaç bırakılır.

O zaman şiddete gerçekten dur demek istiyorsanız günlük yaşantınızda nasıl şiddet uygladığınıza dikkat kesilin. Farkındalığınızı artırın. Duygularınızda, düşüncelerinizde, ilişkilerinizde, cinsellikte nasıl şiddet yüklü olduğunuza dikkat edin.  Şiddetle gerçekten yüzleşin ama. Onun karşıtını  bulacam, iyilik yapacam, pozitif düşünecem gibi safsatalarla vakit kaybetmeyin. Dikkat edip bunların farkındalığına varırsanız, o zaman kendinizi bunları düşünmekten dolayı kınamaz ve içinde milliyetçilik, dincilik, ırkçılık, ayrımcılık olan her türlü şeyden özgürleştirmiş olursunuz. Bunu başarırsanız gerçekten şiddetten özgürleşirsiniz.

Sadece ve sadece gerçeği arayan, sorgulayan, birey olmayı başaran birinin idealistlikle, milliyetçilikle, dincilikle, ırkçılıkla, siyasetle, ekonomiyle işi olmaz.
Ne bir devlet, ne bir din adamı, ne de bir guru sizin içinize barış, sevgi ve mutluluk getirebilir. Sizin size verebileceği , sizde olan bir şeyi bir başkası size veremez.
Şiddet yada öfke sadece korku tarafından yaratılır. Değişim ise sadece korkunun olmadığı zamanda gerçekleşir. Ancak değişmeye çaba göstermek değişimden başka birşeydir. İçinde çaba ve mücadele olan herşey kendi kendinize uyguladığınız başka bir şiddet türüdür.

Ben’i sorgulayın! Herşey ve herkesle BİR olduğunuzu idrak edip bunlar içinde “ben”in nasıl bir rol oynadığına dikkat edin. Eğer “ben”i var etmek için çabalıyorsanız, şiddet uyguluyorsunuz demektir. Tüm ayrımcılığı yaratan “ben”dir. “Ben”i anlayıp önce onu sorgulamayı başardığınızda  şiddetten özgürleşmiş olacaksınız. Bu da gerçek iyiliği getirecektir.

Hep aynı şeyi yaparak fark yaratamayız. Dünyanın bu halde olmasını sorgulayan çocuklarımız var. Onlar dini, dili, siyaseti, parayı, ayrımcılığı sorguluyor. Onlara sakın şiddet uygulamayın.

Kendinize bir iyilik yapın ve nötr olun…


Not: içinize dönmenin tek yolu meditasyondur.