1 Eylül 2014 Pazartesi

Birey Ruhu 2 - Özgürlük

Bu yazı "Birey Ruhu 1" adlı yazının devamıdır, lütfen önce onu okuyunuz :)

Akıl sır almaz bir kaosun içinde, vahşetlerin, katliamların, alaverelerin, üçkâğıtların, savaşların, yozlaşmanın, peşinde koşulan ideolojilerin, yaptırımların, paranın, dinin, siyasetin, ekonominin getirdiği bilinmeyene giden yolda bitmek bilmez şekilde boşa kürek çeken bizler artık kendi kendimize şunları sormaya başladık: “Peki ne halt edeceğiz? Yaşam dediğimiz bu şey neyin nesi? Berisi var da ötesi var mı?”

Bu sorgulama ihtiyacı içerisinde, kendini boşlukta hisseden pek çoğumuz bir şeylere inanma ihtiyacı duyarak inanca, dine, aidiyet duygusu yaşatan şeylere sarılmıştır. Bir kurtarıcıya, bir ideale, peşinden gidilecek, uğruna savaşılacak, can verilecek şeylere inanmıştır. Bu inanç daima beraberinde şiddeti getirmiştir.

Bilgi bize her zaman armut piş ağzıma düş şeklinde tabakta sunuldu. Sunulan bilgi bizi tatmin ediyor. Verilenlerle yetinen bir hayat sürüyoruz, gerisi boş ve anlamsız. Hayatı bize anlatılanlarla, bizim için çizilen yollarla, dayatılanlarla, korkularla yaşadık.

Gücün, makamın, itibarın, şöhretin, başarının, paranın, saygın olmanın peşinde koşan rekabetçi bir toplum yarattık. Bu yarattığımız ve gurur duyduğumuz şeylerin tümü, içine bakıp da görmek istemediğimiz bu âlem, içinde hep şiddeti, düşmanlığı, korkuyu, ötekileştirmeyi barındırdı. Tek bildiğimiz de bu olduğu için bunun ötesinde bir hayat şekli bizi korkuttu. Bu yüzden de var olana her zamankinden daha sıkı sarılıyoruz.

Bilinmeyen her şeyden korkuyoruz. Yarından korkuyoruz. Ölüm de bir bilinmeyen ve en çok da ondan korkuyoruz. Hayatımız korkudan ibaret. Umutlara yer yok. Gerçeklikten kaçmak üzerine kurulu bir yaşam sürüyoruz. Peki, gerçek ne? Sizi gerçeğe götürecek bir yol yoktur. O şimdidir. Şimdidedir. O zaten yaşayan bir şeydir.

Peki, bu rekabete, şiddete ve korkuya dayalı toplumda bizler buna dur diyebilir miyiz? Bunu ancak şunun idrakine varırsak başarırız: Kim olursak olalım, evrenin neresinde hangi türden bir canlı olursak olalım, hangi kültüre, hangi dine, hangi millete ait olursak olalım, var olan her şeyden ama her şeyden birey olarak bütünüyle biz sorumluyuz.

İçimizde gizliden ya da alenen barındırdığımız saldırganlık, bencillik, milliyetçilik, önyargılar, egolar, idealler, inançlar ve tüm duygulardan ötürü savaşlardan sorumluyuz. Açlıktan sorumluyuz. Karmaşadan sorumluyuz. Tüm bunları idrak ettiğimiz ve birey olduğumuzun farkına vardığımız an harekete geçeceğiz.

Yaşamayan ve şimdide olmayan şeylere giden bir yol elbet vardır çünkü onlar durağandır. Hiçbir ibadethanede bulunmayan, hiçbir öğreticinin, hiçbir kurtarıcının bize yol gösteremeyeceği bir şey olduğunu idrak ettiğimizde biz neysek gerçeğin de o olduğunu anlayacağız. Yeri geldiğinde acı olacağız, yeri geldiğinde sevinç, yeri geldiğinde de şiddetin ta kendisi… Şiddet illa birine uygulanan zulüm değildir. Birine söylediğimiz keskin bir söz, aşağılama, korku yüzünden itaat edişimiz, ülke ya da Tanrı adına yapılan her türlü organize hareket, bize benzemeyenleri ötekileştirme, önyargı, eleştiri, olduğu gibi kabul edememe bunların hepsi şiddettir. Ama hepsi bu değildir. Kendinizi herhangi bir dine mensup, bir partiye ait, bir takımın taraftarı olarak adlandırıp bunu dile getirdiğinizde de şiddet uygulamış oluruz. Çünkü kendimizi diğer insanlardan ayırmış oluruz. Kasıtlı yapmasak da kendimizi diğer insanlardan ayırdığımız için yine de ötekileştirme eyleminde bulunmuş oluruz. Her ne şekilde olursa olsun kendimizi diğer insanlardan ya da canlılardan ayrı tutmaya çalıştığınızda şiddet uygulamış oluruz. Bunu fark eden biri artık hiçbir partiye, millete, dine, ideolojiye ait değildir. O artık sistemin dışındadır. O artık insanı bütünüyle anlamayı başarmıştır. Bunu gerçekten ve gerçekte görmeyi başarmalıyız.

Şimdiye dek olan bitenden hep başkalarını suçladık. Suçlamak korkunun ürünüdür; insana güç verir. Suçlamada bulunan kişi bundan beslenir. Ama aslında suçlamak kendine acımanın değişik bir yoludur.

Anlattıklarım biraz olsun kafanızı karıştırmaya başladı ise bu güzel bir şey. Sorgulama sürecine girdiniz demektir. Sorgulayan zihin “Peki, değişim için ne yapacağımı söyle!” dediğinde bunu pek ciddiye almam.  Zira bunu başkasına soran kişi, alışık olduğundan farklı bir otoritenin iç dünyasına yeni bir çekidüzen getirmesini ister. Artık o otoriteye hürmet edecek, onun yolundan gidecektir. Şimdiye dek üstüne basa basa söylediklerimizin ise hiçbir anlamı kalmayacaktır. Pek çok öğretide ustalar bile otorite sayılmaktan büyük haz duyar; egoları bundan beslenir. Bu yanlıştır. Herhangi bir otorite sizin iç dünyanıza karışamaz ya da müdahale edemez. Dışarıdan gelen bir düzen, düzensizlik yaratmaya mahkûmdur. Aklınız hiç bir otoritenin, arkadaşın, öğretmenin, ustanın, liderin, toplumun, ya da ebeveynin otoritesini yansıtmayacak kadar saf ve gerçek olmalıdır. Değişimin yeni bir otorite yarattığını görebildiğiniz an, otoriteyle olan bağınızı koparmaya yakınlaşırsınız.

Otoriteye geçit vermediğimiz an artık korku denen illeti içimizde barındırmayız. Peki, bunun sonrasında  bizi ne bekler? Asırlardır üzerimizde bir yük olarak taşıdığımız şeyi reddedip ondan kurtulmayı başardığımızda ne olur? En başta özgür oluruz. Özgürlük eşittir sevgi. Korkunun ise zıttıdır sevgidir. Evrende sadece iki his vardır: biri sevgi diğeri ise korku… Sevginin karşıtı öfke ya da nefret diye bilinir ama yanlıştır. Korkudur. Zira öfkeyi de pek çok diğer duyguyu da korku yaratır. O yüzden korkunun yerine sevgiyi koymak gerekir. Sevgi ise ancak özgür insana mahsustur. Özgür olan kişinin kapasitesi artar; daha enerjik olur. Hayat daha yaşanılası bir gerçektir onun için. Her insan, her canlı, doğaya ait her şey onun için birdir, bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi ötekileştirmez.

Özgür olan kimse kendiyle baş başa kalmayı başaran insandır. Kimseden, hiçbir otoriteden yardım beklemediğiniz zaman hayatı keşfetmekte özgürsünüz demektir. Artık hayatın en ufak molekülüne kadar her şeyin farkındasınızdır. Özgürlüğün olduğu yerde sonsuz bir enerji vardır. Özgürlüğün olduğu yerde hata yapılmaz. Hata diye bir şey yoktur zira. Doğru ya da yanlış yoktur. Özgürlük bir isyan, bir başkaldırı değildir. Korkusuz, özgür bir zihin en büyük sevgiyi hisseder ve içi büyük bir sevgiyle dolu insanın hayatında yapamayacağı hiçbir şey yoktur.


Herhangi bir görüşe, ideolojiye, inanca, değerlere takılıp kalmış bir zihin özgür sayılamaz. Bu zihnin canlı olduğu da söylenemez. Zihni canlı olmayan bir kişinin kendisi de canlı değildir. Sadece ve sadece kendinizle baş başa kalmayı, kendinizle yaşamayı becerebiliyorsanız, kendinizin ne kadar taze ve canlı bir varlık olduğunu fark edebiliyorsanız, o zaman gerçekten özgür ve mutlusunuzdur. Özgür bir zihinle her şeyi yapabilirsiniz. Taraf tutan, laf yetiştiren, dedikodu yapan, eleştiren, yargılayan, olmadık şeyler düşünen, durmadan işlemcisi yanarcasına çalışan zihin değil, sadece anlamak için takip eden bir zihinden bahsediyorum. Suyun güzelliğini, rüzgârın serinliğini, güneşin sıcaklığını, öten kuşun sesini kendi varlığımızla takip etmeyi becermekten bahsediyorum. Farkındalıktan bahsediyorum.

Çinliler “En karmaşık sorunların en basit çözümü vardır” derler. Bir şeye basit bir şekilde bakmak bizim yapamadığımız bir şeydir. Zihinlerimiz karmaşık olmayı sever. Bundan besler ve beslenir. Bu yüzden basit olmayı, basitliği unutmuş durumdayız. Paçavralar giyip basit yaşamaktan, yemeden içmeden kesilip inziva hayat sürmekten bahsetmiyorum. Eziyete dayalı şeyler basitlik değildir. Benim bahsettiğim açık olmak, saf olmak. Hiçbir çarpıtma olmadan karşındakine doğruları söyleyebilmeyi, olayları kendimiz gerçekte nasıl isek o şekilde olduğu gibi en gerçek haliyle görebilmeyi, bir şeylerden kaçıp uzaklaşmak yerine özgür gözlerle bakabilmeyi başardığımızda bizim için her şey en yeni şeydir. Basit olmak şartlandırmadan ve şartlandırılmaktan arınmaktır. Asırlardır inançlarımız, toplum, sınıf, gelenek, din, ekonomi, ideolojiler, dostlar, aile, deneyimler, yeme-içme alışkanlıkları, sanat, bilim, dil ve eğitim gibi şeyler tarafından şartlandırıldık. Bu yüzden herhangi bir soruna karşı verdiğimiz tepki de hep şartlandırılmış oluyor.

Bir kuş görürsünüz? Bu martı, serçe, yalıçapkını dersiniz. Ağaca bakarsınız, ismini hatırlamaya çalışırsınız. Ağaca verdiğiniz ad sizi şartlandırmıştır, gerçekte ağacı görmenizi engeller. Ağaçla iletişim kurmanın yolu ona dokunup hissetmek, titreşimlerinizi dengelemektir. İnsanlarla olan tüm ilişkilerimiz birbirimiz hakkında yarattığımız imgelere dayanır; buna yanılsama da diyebilirsiniz. Gerçekte ilişkiler birbirimiz hakkında yarattığımız yanılsamalar arasındadır,  iki kişi arasında değil. Üstelik biz hep bu yanılsamaları besler ve güçlendiririz. Fikirler, semboller ve teorilerin havada uçuştuğu sanal bir dünyada yaşıyoruz. İlişkiler, mal mülk, maddiyat, her şey bu yanılsama üzerine kurulu. Tüm şartlandırılmışlıkların farkına vardığınızda kendinizi koca bir hapishanede, geçmişte, ölülerle beraber yaşadığınızı hissedersiniz. Bu da sizin özgür kalma isteğinizi tetikler.

Gençler sürekli topluma karşı isyan halindedir. Eski nesilden çoğu kişi bunu iyi bir şey olarak görür. İsyan özgürlük değildir. İsyan bir tepkidir. Bir şeye isyan ettiğinizde ondan daha farklı başka bir otoritenin arayışına girersiniz. Bazen sırf mevcut olandan kurtulmak için yaparsınız bunu. Bazen aslında sevdiğinizi cezalandırmaktır bu. Sadece şablon değişikliğidir isyan. Eskiyi alır yeni bir kalıba sokarsınız. Sanırsınız ki değişim oldu. Özgürlük değildir bu. Özgürlük farkındalığın en üst noktaya eriştiği noktada gelir. Her şeyi en net şekilde görmeyi başardığınızda harekete geçersiniz. Görmek eşittir harekete geçmek. Harekete geçmek anlıktır. O esnada zihin çalışmaz: tartışma yoktur, felsefe yoktur, deneyim yoktur, “Birilerine danışayım” düşüncesi yoktur, tereddüt yoktur. Gördüğün an harekete geçersin ve özgür olursun.

Özgür olmak bir şeyden kurtulmak değildir, özgürlük hissidir. Herhangi bir şeyi yapabilme özgürlüğüdür. Bunu ancak yalnızlığı başarabilmiş kişiler başarabilir. Ancak günümüz toplumunda içinde liderlik, gelenek, görenek, töre ve otoriteye yer olmayan bir yalnızlığa kaçımız hazırız?

Ölümden korkuyoruz, bu yüzden yaşama sarılıyoruz. Ölümle yaşam arasındaki mesafe korkudur. Ölümden korkarsın; yaşamın içinde her gün aynı hakaretlere, işkenceye, sıkıntıya, kedere maruz kalmayı tercih edersin. Ölüm ise aslında tüm bu dertlere son verecek bir kurtuluş sayılabilir. Ama yine de korkarsın. Çünkü ölüm bir bilinmeyendir ve bilinmeyene karşı olan korkun seni daha çok maddiyata, eşyalara, eve, arabaya, makama, şöhrete, ilişkiye, maaşını aldığın işe bağlar. Yarattığımız şablonlara ve yanılsamalara daha çok sahip çıkarız. Yaşayabilmeniz için ölmeniz şarttır. Burada bahsi geçen ölüm ise sizin içinizdeki siz olmanızı, birey olmanızı engelleyen her şeyi hayatınızdan çıkarıp özgürleşmenizdir.

Korku beraberinde kendini güvende hissetme ihtiyacını doğurur. Bu yüzden maaşlı işlerimize sıkı sıkıya bağlanırız. Bir dolu borcun harcın altına gireriz. Borçlanmak işe olan sadakati daha çok artırır. Para kazanmak sürekliliği olması gereken bir eylemdir. Kendini güvende hissetme ihtiyacından ilişkiler doğar. Hayatında biri olması sana güven verir. Ona dayarsın sırtını. Sonra her şeyden onu sorumlu tutarsın, o ayrı, ama senin vazgeçilmezindir o. Güven arayışı daima tam aksine güvensizliğe davetiye çıkarır. Her ilişkide güven aranır. Ama her ilişkiyi yıkan da yine güvensizliktir. Sevmenin ve sevilmenin verdiği güvene sığınırız. Ancak sevilmiyoruz çünkü sevmeyi bilmiyoruz. Eşinizi sevdiğinizi söylersiniz. İlişki size güven verir. Eşiniz size bedenini sunar, duygularınızı paylaşır, size destek verir. Ona ihtiyaç duyarsınız, çocuklarınıza bakar, güven ortamı kurar. Sonra bir bakarsınız artık sizi sevmez, sizi terk eder. O andan itibaren “Suratını şeytan görsün” havasına girersiniz. Sevginin yerini kıskançlık, nefret, hazımsızlık alır. Ne oldu “Sensiz yapamam edemem; öl de öleyim” havalarına? “Benim olduğun, isteklerimi karşıladığın sürece seni seviyorum ama karşılamadığın zaman senden nefret ediyorum.” Kendinizi karşınızdakinden ayrı hissettiğiniz ve gördüğünüz sürece ortada sevgi diye bir şey yoktur. Başa dönecek olursak ilişkilerde de ötekileştirme vardır. Sevginin ne olduğunu bilirseniz tamamen ikiniz de özgür olursunuz. İkiniz de özgür olursanız o zaman en saf halinizle seversiniz. Sevgi kalp işidir. Zihinle alakası olamaz. Düşünceler geçmişe aittir, şimdiye ait değildir. Kıskançlık gibi duygular geçmişin ürünüdür. Sevgi daima şimdidedir. Şimdiye aittir. Sevgide itaat yoktur. Sevgide saygı ya da saygısızlık yoktur. Nefret, kıskançlık, öfke olmadan, ne yaptığına ya da ne düşündüğüne karışmak istemeden, eleştirmeden, yargılamadan, kıyaslamadan, tüm kalbinizle, bütün vücudunuzla, tüm zihninizle kendinizi o sevgiye teslim ettiğiniz zaman hem özgürsünüzdür hem de özgür bırakmışsınızdır. Görev icabı sürdürülen, içinde sorumluluklar ve yapılması ve uyulması gereken kurallar olan ilişkiler insanı esir etmekten öteye geçmez. Bu tarz bir hayatı aslında kimse istemez. Sadece katlanma vardır. Bu da yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir.

Tanrıyı sevmek, vatanı sevmek, şarkıcıyı sevmek, kitabı ya da yazarı sevmek, şunu bunu yapmayı sevmek… Sevgi herkes tarafından yorumlanıp dile getirilir. Bize düşen, otoritenin tanımladığı şekliyle değil, bize uyan şekliyle sevgiyi bulmaktır. Bize belletilen kalıplara, şablonlara takılıp kalmadan, sevginin ne olduğunu kendi başıma öğrenmek istiyorum.

Gelişmişlik adı altında şehirlerimiz gittikçe daha da büyüyor; insanlar virüs gibi çoğalıyor, kalabalık apartmanlarda birbirlerinden bihaber yaşıyorlar. Akşamları yıldızları, sabahları güneşin doğuşunu seyretmekten acizler. Buna vakitleri yok! Güzel olan her şeyle bağlarımızı gittikçe yitiriyoruz. Doğayla bağını koparan insan ırkı kendini zihnine hapsediyor. Sadece zihinle alakalı işler yapmaya başlıyor. Teknolojinin esiri oluyor, televizyon izleyip uyuşuyor, modern köleler şeklinde çalışıyor. Bunların içinde yaptığımız belki  de en güzel şeyler kitap okumak, konsere ya da tiyatroya gitmektir. Ama onlar bile doğadan kopuk yaşadığımız gerçeğini değiştirmiyor çünkü yarattığımız yanılsamaları güçlendirmeye alet oluyorlar.

Peki, tüm bunları aşıp özgür bir zihne nasıl kavuşacağız? Yazının başından bu yana üzerinde durduğumuz kişisel devrimimizi gerçekleştirip birey ruhunu yakalamayı nasıl başaracağız? Her şeyin farkında olan, son derece uyanık bir zihne nasıl sahip olacağız? Hayatın bir bütün olduğunu nasıl idrak edip deneyimleyeceğiz? Tek yolu var: Meditasyon! Meditasyon! Meditasyon!

Not: Devamı gelebilir. “Her yazında çözüm olarak meditasyon deyip deyip meditasyon hakkında bir şey söylemeden kesiyorsun” diyenleri duyar gibiyim. Onun da vakti gelecek. Hem size bir yol gösterecek olmam zaten yazının ruhuna aykırı olur:)

Birey Ruhu 1 - Korku

Bir düşünüz olsun. Bir uğraşınız, hobiniz, severek yapacağınız, peşinden koşacağınız bir şey. Bir amacınız olsun…

Amaçları veya düşlerinin önündeki en büyük engel olarak eşlerini, çocuklarını ya da ebeveynlerini görenlere sesleniyorum! Bundan daha kötü bir bahane, daha büyük bir suçlama olamaz! Bunun vebali hep üzerinizde olacak.

“Ben de şunu yapmak isterim, şuraya gitmek isterim ama çocuklardan bir şey yapamıyorum”; “Şekerim, oraya gitmek için önce eşimi ikna etmem lazım; hayatta sıcak bakmaz”; “Özgür olup dünyayı dolaşmak isterim ama bakmak zorunda olduğum bir ailem var”; “Tedavi için Çin’e gitmem lazım ama çocuklarımı ve ailemi bırakıp da gidemem”; “Hiç vaktim yok, düzenli çigong yapamam” vs. vs…

Eğer bunların suçunu ailenize ve sevdiklerinize atıyorsanız asıl suçlu sizsiniz, unutmayın.

Eğer birey olmayı unuttuysanız bu ailenizin, toplumun ya da sistemin suçu değil tamamen sizin suçunuz. Zira bunların olmasına izin veren sizsiniz. Etrafınızda varolan her şey sizden çıkan yansımalar, sizin yarattığınız şeyler.

Üstelik ailenizdeki herhangi birinin düşlerinin peşinden koşmasına engel olan sizseniz, iki kere suçlusunuz! Kendinize de sevdiğinize de nefes alacak alan bırakmıyorsunuz demektir.

Günü kurtaran aileler, pişman olunan evlilikler, külfet gelen çocuklar, köstek olan ana babalar, elini kolunu bağlayan işler… Bahaneniz bol, suçlanacak insan çok.

Sistem hepimizin “birey” olmaktan uzaklaşması üzerine kurulu. Kurumsal yapılarla birey olmanız engelleniyor, hayallerinizin peşinden koşmanız imkânsız hale getiriliyor. Evlilik de kurumsal bir yapı ve sistem için bundan daha güzel bir meşgul etme sanatı ve büyük bir rant kapısı olamaz. Bu yüzden evlilik hafife alınacak bir yapı değildir. Gerçekten birbirlerinin birey olmasına saygı gösterecek kişilerin bir araya gelebileceği bir yapı olmalıdır. Yalnızca seven kişi özgür olabilir ve sadece özgür kişi sevebilir. Sorumluluklar ve fedakârlıklar üzerine kurulu, külfetli aile yapılarına artık son verilmelidir. Pek çok aile çocuklarını yatırım aracı olarak görür. Yaşlandıklarında onlara bakacak bir yatırım. Bu yanlıştır. Bir çocuğu doğurmuş olmanız, tüm hayatı boyunca ona sahip olacağınız ve hayatını istediğiniz gibi yönlendirebileceğiniz anlamına gelmez. Üstelik ona size bakmak gibi bir sorumluluk yüklemek de beklentilerin en acımasızıdır. Onun peşinde koşacağı hayalleri, düşleri, amaçları olmalı.

Amaçları ve düşleri olmayan, kalabalık içinde yalnızlık yaşayan insanların olduğu bir toplumun içindeyiz. Çok yakın bir arkadaşımın unutamadığım bir paylaşımı var: Yurt dışında bir burs kazanıyor; herkesin elde edemeyeceği bir fırsat. Ancak babası şöyle diyor:”Evladım biz artık yaşlandık, bize bir şey olursa oralar çok uzak; bize yakın ol”. Arkadaşımın bana söylediği ise şu: “Babam öldüğünde İstanbul trafiğinde yanına ulaşmam 3 saatimi aldı ve hiçbir şey yapamadım.”  Kendi hayallerimizle beraber sevdiklerimizin hayallerini de öldürmeye hiç hakkımız yok. Hiç bir insanın başka bir insan üzerinde hak iddia etme ve onun hayallerini yok etme lüksü yoktur. Herkes birey olarak kendinden sorumludur.

Çocukluklarını yaşamasına izin vermediğiniz küçük dostlarımızı, kendi hayalleriniz üzerinden yönlendirmeye çalışıyorsunuz. Kendi içinizde kalan ukdeleri onlar üzerinde deneme tahtasına çeviriyorsunuz: Okulda çok başarılı olsun, piyano da çalsın, şunu da yapsın, bunu da yapsın… Çocuk bir nefes alamadan akşamın bir vakti eve gelip ödev denen yüzyılımızın en saçma, en külfetli, en ağır işini yapıyor saatlerce. Vakti kalırsa yok piyanoymuş yok bilmem neymiş onlarla uğraşıyor. Sonra da yatıyor. Sabahın köründe kalkıp servise yetişebilmek için. Çoğu doğru dürüst kahvaltı bile edemiyor. Ne hafta sonu var, ne de tatili. Bildiğin ağır işçi…

Evlerinize televizyon alıp ücretli uydu kanallarına bağlanıyorsunuz. Bunların içinde pek çok çocuk kanalı var. Bunlardan birini açıp çocuğunuzun uyuşturucu almış gibi TV karşısında kilitlenmesini sağlıyorsunuz. Bunda çıkarınız çok. Çocuk televizyon karşısında kilitlenirse size abuk subuk sorular soramaz, ortalıkta koşuşturup size rahatsızlık veremez, onla ilgilenmek zorunda kalmazsınız. Sonra ellerine akıllı telefonlar, bilgisayarlar verirsiniz. Uyuşturucunun dozunu artırmış olursunuz. Sonra da eve misafir geldiğinde bütün gün elinden bırakmıyor diye sitem edersiniz.

Çocuklarınızla ilgilenmek istememe haliniz onları anaokullarına, kreşlere, eve alınan bakıcılara emanet etmenize dek ilerler. Bunu da birbirinize ballandıra ballandıra anlatır, aman da orda ne kadar güzel eğitim verdiklerinden bahseder, bunu toplum için de bir rant haline getirirsiniz. Aileler birbirleriyle rekabet içine girer. Göndermese ayıplanacağını düşünmeye başlar. El âlem ne der? Kendi çocuğuna değer vermiyor der sonra… Çoğu arkadaşımın sadece anaokuluna verdikleri para, benim bir sene boyunca kazanamayacağım miktarda olabiliyor. Ayıp, örnek teşkil ettiğinde herkese ve her yere sıçramaya başlıyor.

Çocukluğunu yaşamasına izin vermediğiniz halde kalkıp kendi aranızda “Biz çocukluğumuzda çelik çomak, saklambaç, meşe filan oynardık” diye de nostalji yapmayı unutmuyorsunuz.

“Güvenlik” adı altında sokağa salmadığınız çocukları, önlerine bilgisayar koyarak ya da televizyon açarak “ev hapsine” almayı tercih ediyorsunuz. Börtü böcek nedir, dalından meyve koparmak nasıl bir şey, toprağa çıplak ayak basmak, koşturmak nasıl bir his, diğer çocuklarla ırk, dil, din, sınıf farkı gözetmeksizin oynamak nasıl bir şey bilmeden evde bunalıma girmeye aday asosyal çocuklar yetiştiriyoruz. Çünkü dışarıya salmak çok tehlikeli. Haberlerde bir dolu çocuk kaçırma vakası yayınlanıyor. O izlediğiniz haberler korku toplumu yaratmak üzerine kurulu sistemin bir parçası. İzlediğiniz ve pirim verdiğiniz sürece de amaçlarına her daim ulaşacaklar. Belli zamanlar seçerler, birkaç ay içerisinde paso çocuk kaçırma haberleri yayınlanır. Korkudan evlerinize sinersiniz. Deseler ki çocuklara artık çip takacağız, bundan böyle nerde nasıl olduklarını uzaktan bileceksiniz, bodoslama atlarsınız. Amaçları inanın ilerde bunu da mümkün kılmak. Zira uzaktan kontrol edecek ya da sistemi kapatacak bundan daha güzel bir fırsat veremezsiniz ellerine.

Çocukluğunu yaşamasına izin vermediğiniz bu küçük bireyler bilinçaltlarında size ve topluma karşı bastırılmış duygularla büyümeye devam ediyor.

Eğitim denilen ve günümüzün en tehlikeli kurumlarından biri olan yozlaşmış sistem insanlığı yok etmekle meşgul. İnsanlığa hizmet ettiklerini sanıyorlar ama kendilerini aldatıyorlar. Matematikten daha fazla anlarken müzikten, resimden, sanattan daha fazla uzaklaşıyoruz. Mantığı anlarken sevgiden uzaklaşıyoruz. Üstelik buna gitgide daha da alışıyoruz. Yaratıcılığın yerini üretim aldı. Ne kadar üretirsen o kadar başarılısın. Üretimle zenginleştiğini sananlar içsel olarak fakirleşmeye devam ediyor.

Spor çocukların hayatında gereksiz bir vakit kaybı artık. Güzel havalarda önlerine top atıp geçen beden dersleri, soğuk ve yağışlı havalarda büyük bir yüzdesinde spor salonu olmayan okullarda, sınıflarda din eğitimi verilerek ya da bomboş geçiriliyor. Çocuk spor yapmak istese bile öncelik, kısaltmalarına artık anlam veremediğim bir takım sınavlar için yarış atı gibi hazırlanmalarına veriliyor. Kaldı ki çocuğa spor şansı verilse bile hangi sporu seçeceği konusunda ana baba tarafından pek şans tanınmıyor. Daha çok kendi istekleri ve egoları doğrultusunda, kendi zamanlarında başarılı oldukları ya da içlerinde ukde kalan sporlara yazdırılıyorlar. Spor ancak üniversite yıllarında ailesinden uzak kalarak özgürlüğü tatmaya başlayan ya da işe başladığında parasıyla spor merkezlerine üye olanların tadabileceği bir şey halini alıyor.

Kurumsal yapılara gelince… Çalıştığımız şirketler insanların birbirini meşgul etmesi üzerine kurulu bir sistemin ürünü. Modern kölelerin çalıştığı yerler. Para harcama lüksünüz, özgür birer birey olduğunuzu sanmanızı sağlayarak sizleri kandırıyor. Danışmanlık şirketleri tarafından üretilen “takım ruhu” çalışmaları, şirketin başarısını artırmayı değil sizlerin birey olmaktan uzaklaştırılmasını hedefliyor. Birey olduğunu unutan ya da bundan fedakarlık eden herkes takım ruhuna daha yatkın oluyor. Birey olduğunu idrak edenler ise asi, geçimsiz, uyumsuz, şirket ya da takım ruhuna ayak uyduramayan, yıldırma politikasıyla derhal aramızdan uzaklaştırılması gereken tipler haline dönüşüyor.

Kurumlar insanları plan yapmaya iter. Plan yapmak ise sana şimdiyi unutturur. Anda kalmanı engeller. Onun arkasına sığınarak yaşamana neden olur. Plan yapıp ona inandığında gerçek dünyadan uzaklaşırsın. Gerçek plan andadır. Anı kendi bütünlüğü içinde yaşamayı başarırsan her şey zaten çoktan senin için planlanmış olur.”Tanrıyı güldürmek istiyorsan plan yapmaya devam et.”

İnsanlar kurumlara, partilere, ideolojik gruplara, taraftarı oldukları takımlara, dernek vb. topluluklara katılmaları sağlanarak aidiyet duygusuyla daha fazla birey olmaktan uzaklaştırılıyorlar.

Herkes hipnoz halinde. Sürü psikolojisi amacına ulaşıyor…

Bu oyunu bir kez idrak ettikten sonra artık onun bir parçası olamazsın. Var olmadığını fark etmeyi başardığın an var olursun. Bir rolden ancak o rolü mükemmel oynadığın zaman özgürleşirsin. Kendinizi gözlemleyin. Eğer titreşimlerinizi yükseltmeyi başarabilirseniz, tüm sıkıntıların, bölünmüşlüğün, savaşın, açlığın, sefaletin yerini güzelliğin ve gerçeğin ta kendisinin yer aldığı bir frekansın ortaya çıktığını göreceksiniz.

Korku en iyi bildiğimiz ve arkasına sığındığımız, bizi yöneten tek şey.
Ancak düşleri olan, içinde sevgiyi var edenler korkuyu alt edebilir. İnsanlığın her şeyin üzerinde putlaştırdığı tek şey korkudur. Bir maaşın seni koruyabileceğine ve güvende olmanı sağlayabileceğine inandıran tek şey yine korkudur. Her türlü bağımlılık birer korkudur. Yaratılmak istenen de korku toplumudur. Bu yüzden sizi bir şeylere bağımlı kılacak her türlü silaha başvururlar. Korku, ancak sen korkacak bir şey olmadığını fark ettiğinde yok olacaktır.


Dünya sen ne isen odur. Dünya bir cennet de olabilir, cehennem de. Hangisini seçip yaratacağın tamamen sana bağlı. Dıştaki dünyanın koşulları sizi mutsuz edemez, ama sizin içteki mutluluğunuz tüm dünyayı değiştirecek güçtedir. Dünyayı bizim dünya görüşümüz yaratır. Dünya tam da senin düşlediğin gibidir. İçteki neyse dıştaki de odur. Tüm felaketlerin, açlık ve sefaletin tek sorumlusu sadece biziz. Özüne dönüp bir birey olduğunu idrak ettiğinde ve bir bütün olduğuna inandığında ise dünya sonsuza dek iyileşecektir. Bizden başka kaderimizi etkileyebilecek bir kuvvet yoktur. Karşımıza çıkan her türlü olay bir şekilde bizim onayımızı alır da çıkar. Dışarıdan geldiğine inandığımız her şeyin başlangıç noktası içimizdedir.

Çözümler sorunlarla aynı düzlemde değildir. Bu yüzden hep aynı şeyleri yaparak fark yaratabileceğiniz fikrinden uzaklaşın artık. Kendini değiştirmek önce kendinden kurtulmakla başlar. Bunun için sadece ve sadece kendinden yardım alacak ve bireysel devrimini gerçekleştireceksin. Bu, seven ve düşleyen insanın zaferidir.

Başa dönecek olursak, bir amacınız olsun; düşleyen, arzulayan, kendi istekleri olan bireyler olun. Beden-zihin-ruh bütünlüğü için olmazsa olmaz tek çözüm var: MEDİTASYON. İçinize dönün, her şeyin cevabı orada…

Not: Editörüm bayram tatili dolayısıyla sıkıştırdığı için burada kesiyorum:) bu yazı devam edebilir…